Hatırlarsınız bundan birkaç ay önce O Ses Türkiye üzerine bir yazı kaleme almıştım. Yarışmanın popüleritesiyle beraber projelendirilen Veliaht ve X Factor’un ise beklenen ilgiyi görmeyeceği öngörüsünde bulunmuştum. Evet, Veliaht tutmadı, X Factor ise Emre Aydın, Ziynet Sali gibi isimlerden oluşan jürisiyle O Ses Türkiye’nin detaylarda farklılaşan bir taklidinden fazlası olamayacak bana kalırsa. Tüm bu beklentiler bir kenarda dursun O Ses Türkiye de sona erdi.
Yarışmanın “Pavarotti”si Hasan Doğru birincilikle Gökhan’ı taçlandırdı. Birinciliğin neden ve nasıllarını anlamak için yurtdışından örnekleri size hatırlatmak istiyorum. Hasan Doğru’nun birinciliğini ele alırken değinmek istediğim iki örnek var, biri “Britain’s Got Talent”ın 2007 yılındaki yeteneği Paul Potts diğeri ise 2009 yılında aynı yarışmada boy gösteren Susan Boyle… İkisiyle de Hasan Doğru arasında farklı noktalarda benzerlik var.
Paul Potts da opera okuyordu, telefon satıcısıyken yarışmaya katılmıştı. Hiçkimsenin bu performansı beklemediği yarışmacı sahneye çıkıp şarkı söylemeye başladığında bakışlar bir anda değişmiş jüri üyeleri gözyaşlarıyla “umulmadık” bu başarıyı alkışlıyorlardı. Potts’un Sony Music etiketiyle yayınlanan albümü birçok ülkede satış rekorları kırdı, videoları milyonlarca kez izlenirken birkaç yıl önce sıradan biri olan Potts’un yaşam öyküsü One Chance adıyla filme alınarak dünyaca ünlü festivallerde gösterildi.
Ailesinin sahip olduğu çorbacıda çalışan, opera mezunu Hasan Doğru’yu ilk gördüğüm an “Türkiye’nin Paul Potts’u olacak mı ne dersiniz?” diye attığım tweet çok daha anlamlı şimdi…Çünkü birinci oldu, Avrupa Müzik’ten bir albüm çıkaracak ve filmlere konu olacak bir yaşam öyküsünün henüz başında bize ekrandan gülümsüyor Hasan…
Susan Boyle benzerliğine gelmeden önce O Ses yani The Voice formatının sıradan talent showlardan farklı olduğunun altını çizmek istiyorum. Bu formatta Popstar’lara göre otorite farkının altı çizilmeli. Jüri üyelerinin yarışmacıları görmeden sesini beğenerek takımlarına katmak için yarıştığı ilk etapta yarışmacı karar mercii… Öyle ki jüri üyeleri onun kendilerini seçmeleri için cilve yapıyor, kavga ediyor, birbirini kötülüyor, dans ediyor, gerekirse yarışmacıya “benim evime gelirsin” diyerek aralarındaki sınırı kaybetmeyi vaadediyor. Yıllardır ekran karşısında yarışmacı olarak eleştirilen, azar işiten, alay edilen, sevilen, övülen veya yerilen yarışmacılar bu kez gücü eline alıp jüriyi “parmağında oynatıyor.” Çevrenizde nedenini fark etmese de “O ses Türkiye’nin ilk eleme bölümlerini daha çok seviyorum” diyenleri duyduğunuza eminim. İşte bu farkın nedeni bence kurulan otorite dengesi…
Yarışmanın diğer etaplarında, düellolarda örneğin, jüri otoritesini geri kazanırken bir jürinin elediği yarışmacıyı diğerinin alabilme ihtimali ve iki jürinin elenen yarışmacıyı istemesi halinde yarışmacının seçim yapma hakkı olması yarışmaya puan kazandırıyor. Devamında zaten seçimi izleyicinin yaptığı elemeler geliyor ve böylece izleyici yarışmacının kendisine teslim olan yeteneğini puanlandırıyor. Burada da sesten ziyade ilk etaplarda gösterilen özelliklerin ekmeği yeniyor.
Sesin önünde başka özelliklerin olduğu vurgusunu örneklemek gerekirse. Yarışmanın finalde olmasına en çok şaşılan ismi Abdullah’tı bana göre… Ses aralığı geniş değildi, güzel ama mükemmel bir sesi olmamasına rağmen yarışmayı ikinci tamamladı. Bu ikincilikte en büyük payı olan ise yarışmacının mehteran olması ve bir hafta mehter takımıyla sahne aldığında diğer jüri üyesinin “benim yarışmacıma haksızlık yapıldı” itirazı üzerine kazandığı düelloda “Ben haftaya yeniden yarışırım, bu kazanç sayılmasın” itirazıydı. Haksızlık iddiasına karşı zaferini iade eden yarışmacı dürüstlüğüyle yarışmanın “bizim oğlan”ı olarak finale kadar yürüdü. Mehter takımının kültürel ağırlığı şöyle dursun ağır ve mütevazı duruşu ile kalpleri kazanan yarışmacının geçtiğimiz yıl ses yarışmasından çıkıp bu yıl oyunculuk yapan Erkam Aydar gibi şarkıcılıktan çok oyunculukla ekranda olabileceğini düşünüyorum. Zira izleyicinin desteklediği de sesi değil duruşuydu. İzleyici için “potansiyel damat” imajı tam da Abdullah’tı ve sesinin yanında “ahlakıyla” yarışmayı önde götürmüştü. Murat Boz’un takımından elediği ve Gökhan’ın yarışmada kalması için kendi takımına kabul ettiği Abdullah aslında izleyicinin jüriye verdiği bir sahip çıkma dersiydi. Her ne kadar popstarlarda olduğu kadar göze sokulmasa da O Ses Türkiye’de de sesin yanında kişisel hikayelerin yeri büyüktü.
Kişisel hikayelerden bahsederken Susan Boyle örneğine dönersek eğer, 47 yaşında olduğunu ve henüz kimseyle öpüşmediğini söyleyerek yetenek yarışmasının gündemine magazinel bir damga vuran Boyle gibi Hasan’ın da Hadise’nin kurlarına utangaç karşılıkları dikkat çekici derecede benzerdi. Bunun üstüne de sıkça oynandı… Hasan’ın konuk olduğu 3 Adam adlı programda Burcu Esmersoy’un “Ben kız arkadaşın olsam beni kıskanır mıydın” sorusunun yanında Hasan’ın alnına düşen saçlarını düzelterek ona yakınlık göstermesi show programında vurgulanmak istenenin onun sesi olmadığının göstergesiydi.
Dünyadan Potts ve Boyle örnekleri müzikte meritokratisinin öne çıkıp çıkmadığı tartışmalarının yanında “şöhret”in tanımı ve algısı üzerine de yeni tartışmalara konu oldu. Sıradan bir insanın stara dönüşme mitini bir nev-i külkedisi hikayelerini gerçek hayata taşıyan yetenek şovları izleyici için de “benim neyim eksik” seviyesinde birer umut pompası… Elbette Hasan’ın sesi çok güzel ancak kendi favorileri sorulduğunda jürinin gösterdiği birincinin kişisel hiçbir hikayesi olmayan Mert olması da tesadüf değildi. Altını çizmek istediğin sesi adı “ses” olan bir yarışmada bile kıstas olamadığı… İzleyicinin “varolma” ve “varlıklı olma” hayallerinin aracı olan yetenek yarışmalarında Hasan Doğru’nun birinciliği de tam olarak bunun sonucu.
O bizden biri, çorbacı ve neredeyse hepimiz gibi diploması olan ama kendi işini yapamayan biri… Bir opera mezunu… O hepimiz gibi görünen, yeteneğini utangaçlıkla gösteren ve tam da bu yüzden izleyicinin desteğini hak eden biri… Paul Potts ve Susan Boyle gibi… Hasan’ın müzik piyasasında tutunup tutunamayacağı sorusunun yanıtı için ise Potts ve Boyle’ın başarıları ile benzer bir grafik vadedettiğini düşünmüyorum maalesef. Zira ülkeler ve kültürler arasında uçurum var. Yine de umutsuz olmayalım sonuçta artık bizim de bir Paul Potts’umuz var!
Yazı Dipnot Tablet’te yayınlanmıştır… Dipnot Televizyon yazılarını ve çok daha fazlasını Dipnot Tablet dergide okuyabilirsiniz.
App. Store’dan iPad ve iPhone’nunuza ÜCRETSİZ indirmek