Yaşı Küçük Üniforması Büyük Şarkıcılar ve Bir Şarkısın Sen Gerçeği

Bir Şarkısın Sen ekranda üçüncü sezonuna giren ancak 3 yıldır aynı köşede yazan ben tarafından hiçbir şekilde değinilmeyen bir iş…

Nedense yazmamışım bu güzide ekran deneyimini… Nesi güzide derseniz, çocukların ana aktör olduğu ender yarışmalardan olması o güzideliklerden biri.
Programın ikinci bölümü üzerindeki donelerden faydalanarak notlarımı hazırladığımı belirterek başlayalım programın arka planında olanlara, verilen mesajlara, nedenlere, nasıllara… Programın “Memleketim” şarkısıyla açıldığını vurgulayarak müsamere tadındaki bu milliyetçi girişin altını çizmezsem olmaz. Çocukların “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını Onuncu yıl marşı coşkusuyla söylediği ve seyircilerin de ayakta bu gösteriyi alkışladığını belirtmem gerek.
Yarışmacıların (yarışan şarkılar aslında öyle deniyor ama çocuklara da ancak yarışmacı sıfatı düşüyor formatta ne yapalım) şarkıları ise ayrı bir tartışma konusu. Caz gırtlağı ile beğeni toplayan Şebnem önce sahnede görünüyor, sonra Soner adlı çocuğumuz damardan zerk ediyor arabesk aşısını. Sensiz cennet bile sürgün sayılır derken yüzündeki acıyı görseniz feleğin çemberinden, aşk acılarının en ağırından geçmiş bir adamın haykırışını izliyorum zannedersiniz, birkaç isim sonra sahne alan Berna’nın “Fani dünya yıktın beni” bölümlerindeki beden dilinin ise ayrıca incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Alaycı üslubuma aldanmayın, 10 yaşında bir çocuğun “Toprak olur taş olurum, yoluna yoldaş olurum istersen kardeş olurum” naraları bende tam anlamıyla şok etkisi yarattı.
Küçücük çocukların özellikle “şarkıların yarıştığı” söylenen bir işte böyle şarkıları sahneye taşımaları “vurgun sayılır” benden söylemesi. Bir kere takım elbiseler, abiyelerle çocuğa benzemeyen “çocukların”, çocuklardan beklenmeyecek itaatkar duruşlarının “ne kadar da saygılı, düğmesi bile ilikli” tavrında “olumlu” olarak eleştirilmeleri zaten ekrana yansıyanın çocukken yetişkin olmaya zorlanan insanların eğlencesi olduğunu ortaya koyuyor. Yani bu yarışma çocukların yeteneklerini değil çocukların yetişkin taklidi yaptığı bir formatı eğlence unsuru olarak sunuyor. İzlerken “Büyümüş de küçülmüş sanki” yorumlarının yapılması da bunun göstergesi zaten…
Çocukların profilleri ilk yarışmaya göre biraz daha değişmiş gibi geldi bana, çocukların isimlerinden, ailelerinin görüntülerinden de anlaşılıyor ancak çok derinlemesine bir inceleme değil yalnızca gözlem olduğundan bunu eleştiriye değer bir nokta olarak sunmak istemiyorum. Kolay yoldan zengin olma, sınıf atlama vesilesi olarak görülen popstar türevi bu yarışmalarda ailelerin “umudu”, “kendilerine sınıf atlatacak tek tesellileri” olan çocuklarını görmeleri de bu nedenle bu kadar gurur kaynağı. İzleyici için de böyle, onlar da kendi çocuklarını bir gün o ekranda görebilmeyi umabiliyorlar böylece. O çocukların ağzından bir de acılı şarkılar, hayat mücadelesine isyan ve geçmişte bırakılan aşkın sancılarını duyduk mu tamamdır, çocuklar acımızı farkındadır ve bu hızla yakın zamanda da köşeyi döneceklerdir…
30 yıldır Küçük Ceylan, Emrah, Onur, İbo, Didem gibi birçok türevle ekrana gelen bu çocuklardan yetişkin modeli yaratmanın son örneği olan yarışmayı sempatik bulanlar olabilir ancak ben çocuk adı altında başkalaştırılan yaşı küçük üniforması büyük bu kişileri izlerken yalnızca antipati duyuyorum.
Çocukların psikolojisi, yarışmacıların sosyal profilleri gibi konulara başka bir yazıda değinmeyi tercih ediyorum.
Kıssadan hisse bu program reyting alır çünkü “halk zevki”ni temsil eden şarkı seçimi, ailelerin sınıf atlama idealine vesileliği bunu garantiler ama benim “iyi işler” listemde yer alır mı, Hayır!

Sudan Bıkmış Balıklar, Hangi Dizileri Hatırlattı?

Sudan Bıkmış Balıklar ilk bölümüyle ekrana geldi, ben de dizinin yayın anında sosyal ağlarda yapılan yorumları diziyle beraber takip edip hem diziden hem de yorumlardan notlarımı aldım. İlk andan itibaren samimiyet taşıdığı belli olan dizi bana izlerken iki diziyi anımsattı, ikisini de farklı nedenlerle elbette…

Selim ile Zeynep’in zıtlaşmayla başlayan yakınlaşması, muhafazakar ailenin onlara gelecek vaat eden kızlarını kollaması, yakışıklı müzisyen Selim’in sevgilisini bırakıp kaza yaptığı Kaş’ta aşkı bulması vs vs… Klişeler üzerine kurulu, dizi terminolojisinde “reyting anahtarı” tüm noktaların değinildiği dizinin bir diğer “işi bilen insanların yaptığı dizi” olduğunu gösteren özelliği ise künyesiydi. Deniz Yıldızı adlı gençlik dizisiyle haftanın her günü reyting listesinde ilk 10’da yer alan Focus Film’in yapımcı olarak varlığı, Küçük Sırlar ve Melekler Korusun dizileriyle gençlerin objektifine en iyi aracı olan isimlerden biri Cevriye Demir’in yönetmenliği bu işbilirliğin göstergesi.

Gelelim dizinin bana neden ve hangi işleri hatırlattığına…

Dizideki muhafazakar aile çizimi, genç kadının üniversite ile şehir değiştirecek olması, yakışıklı gencin büyükşehri temsili, bir ebeveyn eksikliği ve en çok da dizinin “havası” bana Melekler Korusun’u anımsattı.
Onlarca bölüm yayınlanan, 2 kez (hatırladığım kadarıyla) iki farklı kanalda gündüz kuşağında bile fena izlenme oranları almayan, gençlik dizileri içinde aldığı ödülü en çok hak edenlerden biri olan Melekler Korusun benzetmesi burada kötü algılanmasın lütfen. Ancak o dizide de eleştirdiğim “muhafazakar aile” üzerinden pompalanan muhafazakar mesajlar ilk bölümden bile bu dizide de kendini gösterdi. Şortlu kızını evdeki delikanlıdan kollayan baba, genç kadının bir erkekle gezmesinin kara leke olarak görüleceği öngörüsü ve “senin başını öne eğecek bir şey yapmamıştır” savunması gibi diyaloglarda var olan mesajlar ideolojik makineler olan diziler içinde bu diziden de ilerleyen günlerdeki yazılarımda sıkça bahsedeceğimi kesinleştirdi. (İlk bölümden çok fazla analize girmeyelim diyorum…)
Aklıma gelen ikinci dizi ise Adını Feriha Koydum oldu. Hedef kitlesinin yakınlığı sosyal ağlarda “Yeni Feriha’mı buldum” yorumlarından da anlaşılıyordu. Üniversitede muhtemelen yeni bir çevreye karışacak kasabalı kızımız muhtemelen önümüzdeki bölümlerde Fatmagül imajından da sıyrılacak. Şehirli-kasabalı kıyasının bir şekilde yaşanacağı Selim karakterinin sevgilisi ve onun arkadaşlarından anlaşılıyor. Hem bu açıdan hem de dizideki kör kütük aşk anlatımından yeni dizimizdeki karakterlerin “Emir – Feriha” ikilisini anımsattığına şaşırmamak gerek.
Ailenin küçük kızının İstanbul’u fırsatlar şehri olarak görmesi, magazin programındaki hayatlara özenmesi, barlarda sarhoş olması gibi sahneler ilerleyen bölümlerde hangi damar üzerinden enjeksiyon yapılacağını da şimdiden hissettirdi. Kuşak çatışması, vizyon farklılıkları, şehir insanlarının karşılaştırması gibi detayları da Sudan Bıkmış Balıklar’da göreceğiz şimdiden belli.
İlk bölümden izleyenleri güldüren ufak tefek yanlışlıklar da yok değildi, ÖSYM’nin tercih listesine “İstanbul Hukuk” yazılması böyle bir ayrıntıydı. Evet kayda bile değmeyen bir ayrıntı gibi gelebilir size ancak “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi” yazması gerektiğini de not düşmeden geçmek istemedim.
Gelelim dizi için yapılan yorumlara, dizi hakkındaki eleştirilerin temelini ismi oluşturuyordu. Gözlemlediğim kadarıyla en çok verilen referans ise “Eve düşen yıldırım” oldu. Down sendromlu bir gence oyuncu kadrosunda yer veren dizinin alkışı hak ettiği konuşulurken bir yandan da dizideki aileyi kendi ailesine benzetenler çoğunluktaydı. Bu da gerçekçiliğin yansıması tabii… Diziye yorum yazan çoğu sosyal ağ kullanıcısının “teenager” olduğunu ve kadın popülasyonuna dahil olduğunu da yazayım zira Burak Sağyaşar’ın fiziksel özellikleri uzunca konuşuldu sosyal medyada.
Dizi jeneriğinde görünen Cahit Beykay ismi bizi gelecek bölümlerde sürprizlerin de olacağının işareti, eğer yaz günlerinde Yeşilçam kokulu bir aşk hikayesi izlemek isterseniz Sudan Bıkmış Balıklar iyi bir alternatif olabilir. Aklınızda bulunsun…

Çıplak Gerçek’in Gözü Sosyal Ağlarda

Malumunuz yaz dizileri yayına girer girmez yaz izleyicisi de yorumlara başladı. Sosyal ağlar, sözlükler ve kimi sohbetler içinde yaz dizileri yer alır oldu. Yaz sezonuna en hızlı giren kanal ise yine malumunuz Star tv…
Yeni Star’nı dizileri tuttu mu? Henüz 1-2 bölüm yayınlanan diziler üzerinden tuttu, tutmadı demek çok doğru değil ancak Twitter, Facebook ve sözlüklerden anladığımız üzere Star’ın dizileri beklenen “konuşulma oranını” yakaladı. Özellikle sözlük yorumlarına bakarsanız her iki entryden biri “Bana yeniden televizyon açtıran kanal Star tv”… Bu da demek oluyor ki Star Tv, dizi izleyicisi olmayan, sosyal ağlarda aktif bir grubu da kendine çekmeye başlamış. Bunun anlamı yalnızca günümüz için değil gelecek için de önemli, bugün 20li yaşlarda olan bu gençlerin yıllar içinde daha çok eve bağlanacağı ve televizyon izleyeceği düşünüldüğünde bir kanal için o kesime izleme alışkanlığı sağlamak bugünün yanı sıra geleceğe de yatırım.
Peki Star bunu nasıl başarıyor? Devam eden Behzat Ç’nin de desteğiyle kış sezonunda 1 Kadın 1 Erkek (dizi sosyal medyayı en iyi kullanan işlerden biri), Acayip Hikayeler gibi alternatif işlerle değişimi başlatan kanal, yaz sezonuna İbret-i ailem, İşler Güçler, İnsanlar Alemi ile devam ederek televizyon izlemeyen bir kitleyi ekrana çekmeyi başardı.
Çıplak Gerçek Fark Atacak
Çıplak Gerçek ise şimdiden yapım kadrosu ve oyuncularıyla konuşulmaya başlandı. Henüz ilk bölümü bile yayınlanmayan dizinin farkı senaryosu ve yapımı bir yana tanıtım stratejisi… Fragmanları arasındaki anlatım farkıyla ilgi odağı olan dizi internet sitesinin sosyal ağlar üzerine kurulu farklı sistemiyle de dikkat çekiyor.
Daha önce birçok yabancı dizide gördüğüm ve kişisel sohbetlerimde de defalarda “bizde neden yok” diye yakındığım “ekstralar bölümü” dizinin sayfasında yer alıyor. O bölümde neler mi var… Flashforward’dan alışkın olduğumuz “kanıt tahtası” ve interaktif kanıt tahtası uygulaması dizinin sayfasında yer alıyor böylece dizinin ilerleyen bölümlerinde bulunacak kanıtlar izleyicilerden yorum da alabilecek. Bunun dışında 16 bölüm boyunca izi sürülecek olan Hazal’ın kişisel bilgileri ve fotoğraf albümü de sitede yer alıyor. White Collar’da gördüğümüz gibi dizinin çekim alanlarının detaylı inceleme bölümleri “sorgu odası”, “karakol” gibi sekmelerle de yine sitede size sunuluyor.
Bu eklentiler nasıl bir fark getirir diye soranlarınız olabilir. Efendim, günümüz çoklu ekran izleyiciliği dönemi… Yani insanlar artık yalnızca bir ekrana bağlı kalmıyor, izlerken yorum yazıyor, kimi zaman yazdıklarıyla dizilere yön veriyor. Ve reyting ölçümü gibi niceliksel değerler ne kadar önemliyse, sosyal ağlardaki yorumlar da nitelik ölçümü için değerli hale geliyor. Dizinin bu interaktif halinin katılımcılık dışında teşvik ettiği bir diğer özellik ise süreklilik… İnsanların özel hayatlarına da nüfuz etmeye çalışmak oluyor bu işlem. Onları kişisel bilgisayarlarından yayın saati içinde veya dışında da bu kurgunun içine alıyor oyunlar, bulmacalar ve eklentiler. Facebook’la entegre olan bu uygulamalar kullanıcıların “duvar”larında yer alıyor, böylece onların arkadaşları da diziden ve eklentilerden haberdar olmuş oluyor. Böylelikle izleyicinin diziye bağlılığı artıyor, merak dışında fısıltı gazetesiyle yayılan kişisel ağlar üzerinden de reklam sağlanmış olunuyor.
“Kızım Nerede?” dizisinin muadili olarak görüp izlemeden geleceği konusunda kaygı duyduğum bu dizinin yeni stratejisi ne kadar işe yarayacak göreceğiz ancak şimdiden belli olan bir şey var o da “fark” yaratacağı.
İkinci Bölümde Dizide Hatalar Başladı
Annem Uyurken henüz ikinci bölümüyle ekranda yer alan tabir-i caizse çiçeği burnunda bir yaz dizisi. Çarşamba akşamları Kanal D ekranlarına gelen dizide “dakika bir gol bir” ikinci bölümden hatalar başladı. 10 yıl sonra komadan çıkan Gül Hanım’ın hikayesini anlatan dizide, hayatını kaybeden Necip Usta’nın ölümünü araştıran komiser (Bülent Seyran canlandırıyor) ve yardımcısı olayı araştırırken ekrana gelen sahnelerdeki kurgu hatası gözden kaçmadı.
Gül Hanım kardeşiyle alışveriş merkezinde yılın modasını yakalamaya çalışırken onları takip eden komiser yardımcısı yalnızca birkaç saniye sonra ekrana gelen bir diğer sahnede Kanal D’nin önünde Gül Hanım’ın annesini üzmemek için spiker taklidi yapan kızını komiserle beraber takip ederken kameralara yakalanıyor. Yani her nasılsa(!) komiser yardımcısı genç kadın aynı anda alışveriş merkezinde ve İkitelli’deki Doğan Yayın Holding binasında olabiliyor.
İkinci bölümle beraber biraz olsun hız kazanan dizinin seyri, ufak tefek hatalarla sekteye uğramasın, kurgu hatalarıyla ne izleyici ne de biz eleştirmenlerin zihni yorulmasın. Biraz daha dikkat!

Uçurum, Femen ve Tabu!

Uçurum Türkiye televizyonlarında son zamanlarda önyargılar üstüne parmak basan ender işlerden biri… Her gün küfür olarak dillendirilen seks işçiliğinin görünmeyen yüzünü ekrana taşıdı dizi, ağlattı, tam anlamıyla yürek dağladı. Tam da vicdana dokunmasındandır ki, reytinglerden çok sosyal medyada yer buldu. Yani izleyen kitlesinin sayısı yüzde içinde az olsa bile AB – C grubu izleyiciysiydi  ve izleyen kişide yorum yapma ihtiyacı uyandırıyordu. Kısacası izleyiciye dokunuyordu… Suskunlar da bu yüzden sosyal medyada en çok konuşulan işlerden biri oldu. İzleyiciye hissettirilen o gerçeklik belki niceliksel ölçümlemede yani reytingte başarılı olarak adlandırılamadı ama her iki dizi de nitelik üzerinden bakıldığında izleyici arasında konuşulan yeni bir konu yarattı.
Çocuklara cinsel taciz anlatısı tam da Pozantı iddialarının üstüne gündemdeydi… Uçurum’daki hikaye ise her gün fuhuş haberlerinin kimilerince sırıtarak izlendiği ülkemizde zaten hayatın içinden, bizdendi.
Uçurum hiç görmediğiniz bir acıyı her gün kullandığınız bir “alaycı” tablonun karanlıkta kalan yüzünden çekti ve çıkardı.
Haydi gelin başka konulara geçelim, korkmayın sonunda çok da bağıntısız olmadığını anlayacaksınız.

FEMEN neden soyunuyor?
Femen üyelerinden (hani şu soyunup protesto gösterileri yapanlar) üçünün kaçırıldığı haberleri bugün basında yer aldı. Tam da bu haberler yakın zamanda alevlenip şimdi köz haline gelen kürtaj tartışmasının üstüne oldu. “Bedenimi mahrem gören sizsiniz, çıplaklık utanılacak bir şey değil” anlayışıyla soyunan, kısacası bedenlerinin kendilerinden menkul olduğunu ispatlamaya çalıştıkları için Türkiye’de “deli” gözüyle bakılan bedenlerini başkalarının değişiyle “teşhir eden” o kadınlar  fidye amaçlı kaçırıldılar. Yani haberler öyle diyor…
Hatta kürtaj açıklamalarını protesto etmek için bedenlerinin fotoğraflarını çekenleri teşhirci olarak yaftalayan köşe yazarları, onları teşvik eden kadın köşe yazarını yaptığı röportajlarda konuklarıyla yatağa girdiği için bel altı eleştirilere maruz bıraktı. Çünkü o bir kadındı, nasıl olurdu da şov için de olsa yatakta gazetecilik yapardı, kadınları teşhirciliğe sevk ederdi vs. vs… Ne de olsa onun bedeni yatağa girse de burada şov malzemesi yapılan iki kutsal vardı 1 kadın bedeni, 2 saygın meslek gazetecilik… Oysa bence bu şovun mesleğe saygıyla da alakası yoktu, zira o kadın gazeteci şimdiye kadar en sansasyonel haberlere, açıklamalara başarıyla ulaşmıştı. Yatağa girince mi mesleğe leke sürdürdü? Yoksa bir kadının bu kadar alenen cinsellik konuşması mıydı asıl göze batmasının sebebi?
Şimdi Femen’in, beden teşhirciliği tartışmasının dizilerle ne alakası var diyorsunuzdur. Dizilerle değil bir TV programıyla alakası var. Sürekli birbirini çağrıştıran şeyler üzerinden sonuca varmayı seviyorum biliyorsunuz.
Tabularınızla yüzleşeceksiniz
National Geographic Channel’da Tabu adlı bir belgesel dizi var. Cumartesi ve Pazar akşamları saat 23’te yayınlanıyor. Sekizinci sezonuna giren serinin her bölümünde bir tabuyla yüzleşmeniz sağlanıyor. Bu bir bölümde biseksüel bir erkeğin karısı ve sevgilisiyle kurduğu üçlü hayat oluyor, bir bölümde cinsiyet değiştiren iki kişinin evliliği ve ailelerinin bakışları, bir bölümde ise sağ bacağının kendisine ait olmadığına inanan ve hayvan leşleriyle beslenen aykırı insanların hayatları ekrana taşınıyor… Çoğunluğunun heteroseksüel, psikolojik olarak “normal” (normal neyse artık) ve mutlu olduğu varsayılan ülkemizde dışarıda gözlemlenmesi zor olan bu hayatlara izleyici olarak dahi olsa bakmak insanda yeni ufuklar açıyor. Aynen Ortaçgil’in şarkısında olduğu gibi kendi kendinize düşünmeye başlıyorsunuz “Nedir bu normal, yoksa ben miyim anormal”…
Sürekli ulusal kanallar üzerinden eleştiriler yazarken böyle ufuk açıcı programları kaçırıyoruz. Tabu Türkiye’de ulusal, karasal yayın yapan bir kanalda yayınlansın isterdim… İsterdim ki prime timeda belgesel yayınlayan kimi haber kanallarımız bu konulara da el atsın… Ama şimdilik “üst denetim kurulu” diktası varken bu biraz zor, zaten günümüz ideolojik yayın anlayışında böyle bir tabu yıkımına da teşne bir kanal yok…
Aksine tabulaştırılan şeyler her geçen gün arttırılıyor, Yargıtay seks çeşitlerini kısıtlıyor… Alın size yeni bir olası tabu… Her ne kadar tabular yasalarla belirlenmese de yasak olarak görülen şeylerin toplumda norm haline gelmesi ve “tabu” oluşturması da imkan dahilinde…
Uçurum, Femen ve Tabu
Dönelim başa… Uçurum da böyle bir soru işaretini koydu aklımızın tam ortasına. Bu yüzden “Trend Topic” oldu. Kahve kültürünce ahkam kesilmesi en kolay konu olan namus konusunun tam da ortasında küfürlerin her hecesine yerleşti o soru işareti… Belki dizinin sosyal medyadaki başarısına veya “Femen” eylemlerine belki hiç benim bahsettiğim gözden bakmamıştınız, belki kürtaj tartışmasıyla ilişkilendirememiştiniz bile… Belki aklınıza gelmemişti veya şov deyip geçmiştiniz, belki siz de eylemcilere teşhirci yaftasını uygun görmüştünüz. İkna çabasında değilim, tek amacım bir pencere daha açmak. Böyle bir görüş de var, bir de böyle düşünün, isterseniz yargılayın, kızın ama bir kere bunu da düşünmüş olun diyebilmek. O programın da yaptığı bu, nasıl ben Femen veya kürtaj konusunda aklınızın bir köşesinde bir soru işaretini uyandırabildiysem (umuyorum), o program da her bölümünde bu etkiyi uyandırıyor.
Hafta sonu akşamları ekrandaki tek alternatifim haline gelen bu program birkaç dakika dahi olsa bakın istiyorum. Saçma bulun, karşıt tepki geliştirin, isterseniz izlerken sapık diyerek adlandırın ama onların da var olduğunu bilin.

Suskunlar Adı Nereden Geliyor?

Suskunlar dizisi hakkında yakın zamanda art arda gelen birçok yazı yazdığımın farkındayım. Genel anlamda olumlu görüş bildirdiğim dizi için belki de ilk olarak yazmam gereken yazıyı bugün yazıyorum.
Geçtiğimiz günlerde aklımda beliren bir “ilişki” bu soruya cevap bulmama neden oldu: “Suskunlar adı nereden geliyor?” Bulduğum cevap yapımcıdan veya senaristten teyit edilmiş değil, bu ilişki (sanmıyorum ama) belki ilk kez benim tarafımdan dillendiriliyor ve aslında senaryo aşamasında akla gelmemiş olabilir. O nedenle yazacağım kuramsal ilişkiselliğin kesin bir bağ iddiası olmadığını şimdiden belirtmeliyim.
Kaynak, suskunluk sarmalı…
“Suskunluk Sarmalı” yani spiral of silence, Elisabeth Noelle-Neumann’ın ortaya koyduğu bir kuram. Bu kurama göre insanlar çoğunluğu oluşturmadıklarında, kendilerine inanılmayacağını ya da kendi fikirlerinin önemsenmeyeceğini düşünüp, düşüncelerini ifade etmek için, isteksiz davranırlar. İnsanlar azınlık olduklarına inandıkları zaman, kendi görüşlerini ve düşüncelerini gizleme ihtiyacı hissederler. Algıları ve düşünceleri ifade etmede, diğer bireyler kritik bir faktör oluşturur. Pasif olan grubun, düşüncelerini ifade edebilmek için, aktif olan grubun iyimser yaklaşımına, hoşgörüsüne ihtiyaçları vardır. Öyle ki kitle iletişim araçları tarafından desteklenen yaygın ideoloji bir süre sonra pasif durumdaki karşıt görüşlü kişilerden bile onay alır. Oluşan bu suskunluk sarmalının nasıl kırılacağına ise birazdan değineceğim.
Suskunlar için düşündüğümüz zaman, dizide tecavüze uğrayan ve şiddet gören çocuklar ilerleyen zaman içerisinde bu olayı unutmaya söz vererek kendi yollarına giderler… Dışlanma, utanma, derdini anlatamama gibi kaygılarla senelerce sessiz kalırlar. Hatta karakterleri tek tek incelediğimizde cezaevinde yaşanan yani zaten izolasyon altındayken yaşanan olayın ortaya çıktığında bu kez sosyal bir izolasyona maruz kalınma ihtimali (ikinci bir cezaevi deneyimi olarak somutlaştırılabilir)bu travmanın gizlenmesinde ana unsur olarak ortaya çıkıyor.
Geçmiş yazılarımdan birinde erkekliğin tecavüz olayıyla kaybedildiğini eleştirdiğimde gözden kaçırmış olabileceğim bir nokta da bu yazıyla tamamlanıyor. Bilal’in erkekliğini kaybettiğine dair Takoz İrfan’a hak vermesi aslında Suskunluk Sarmalı’ndaki toplumdaki egemen algıyı zaman içinde kabullenme ve onama eylemi gerçekleştirmek olarak karşımıza çıkıyor. Konuya bu açıdan baktığımızda Ecevit karakterinin avukat olmasının yalnızca mağdurları kurtarmak, babasından kalan kinine inat haklıları savunmak için seçilmediği de açık. Toplumda bir şekilde suçlu yani norm dışı ve topluma zarar veren eylemleri nedeniyle cezalandırılması istenen kişilere karşı bir savunma cephesinde yer almak Ecevit için kendi suskunluğunu bastırmanın, toplum içinde sessiz kalan bir başka kişi veya kişilerin sesi olmanın gereği olarak görülüyor, hatta belki de bir başka sarmalın kırılma noktası…
Her ne kadar kuram kitle iletişim araçları ve etkileri üzerinden şekillense de, aynı şekilde toplumda kişiler arası iletişimde, veya norm haline gelmiş baskılayıcı görüş ve kalıpların da suskunluk kalkanı, hatta kabullenme ve onama etkisi yaratabileceğini varsayarak ilerliyorum. Kitle iletişim araçlarının belli konuları, sorunları ve bunların tartışmasını halkın görmesinden uzaklaştırma yeteneği üzerine kurulu olan kurama toplumsal normların da tartışılması hatta konuşulması zor hale gelen körleştirici veya kör olmak zorunda bırakan etkisini eklediğimizde benzer bir varsayımı yapmanın çok da yanlış olmayacağı kanaatindeyim. Yani dizide mahalle baskısı olarak ele alınan korkma ve maruz kaldığı durumu “utanılacak bir şey olarak etiketleme” olan birinci aşama suskunluk sarmalının örneği olan ikinci “yok sayma, unutmaya çalışma” aşamasının zaten bir parçası.
Bu suskunluğu çözmenin yolu ancak bir kişinin halkayı kırması veya başka bir sarmal yaratmak… Ki dizide de böyle oldu… Yaptıklarını, geçmişlerinde bıraktıkları o çocukların adlarını bile unutanlar şimdi kendi suskunluk sarmalını yaratmaya, (İrfan, Gazanfer ve Gardiyan’dan oluşan taraf) bir şeyleri saklamak için çaba altına girmeye başladı. Bunun en önemli kanıtı ise Gardiyan’ın hakkında açılan dava duruşmasında kendisini sevecen olarak addetmesi ve delil olarak sunulan çocukları dövdüğü iddia edilen kasetleri kesin bir dille reddetmesiydi. Yani korkuyordu, aynen Gazanfer’in hapse gireceğini öğrendiğinde polisi ısırması, İrfan’ın düşmanlarının kimliğini bilmek için elinden geleni ardına koymaması gibi. Bu ister sosyal dışlanma ister cezaevi gibi fiziksel izolasyon ihtimali olsun henüz net olarak görülmese de yıllarca sosyal hayatlarında saldırganlıklarını, şiddet eğilimlerini saklayarak senelerce yaşamış bu insanların bile zaten yıllardır bir suskunluk sarmalı içinde yaşadıkları belirtilebilir. Sokakta gördüğü insanlara durup dururken saldırmayan her üçü de bir şekilde bu baskılama mekanizmasını zaten hayatlarına kurmuş olmalılar…
Yeniden kırılma noktasına döndüğümüzde dizide Zeki’nin arabasına binen tecavüzcüsünü öldürmesi o kırılma anı olarak görülebilir. İçlerinden biri halkayı kırdığında diğerleri de hem kendilerinin hem de Zeki’nin intikamını almak için harekete geçtiler yani sessizlik, suskunluk bozuldu.
Ancak burada şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz, Suskunlar’ın kahramanları İbrahim, Ecevit ve Bilal hala o sarmalın içinden tam çıkamamış olacaklar ki en yakınlarındaki Ahu’nun bile ancak tesadüfen olanlardan haber olabiliyor. Çevrelerindeki kimse olayı bilmiyor, hatta düşmanları bile onların kimliğini yeni öğrendi.
Muhtemelen ikinci sezonda sarmalın nasıl genişlediğini izleyeceğiz, kimliklerin ve yaşananların açığa çıkacağı öngörüsü bu anlamda kırılmadan sonra sarmalın çözüleceği iddiası çok da yanlış olmasa gerek. Karşı taraf için sarmalın belirginleşeceği ise malumun ilanı adeta…
Sleepers’tan uyarlanan Suskunlar’ın adı buradan mı geliyor inanın bilmiyorum. Mahalle baskısı ve suskunluk sarmalı üzerine yaptığım şu kısa açıklama sizi ikna edememiş olabilir ancak ben isim benzerliği bilinçli veya bilinçsiz olsa da detaylarda yatan benzerliğin aşikar olduğu konusunda ısrarlıyım.

Bu İşler Güçler Nasıl İşler Güçler?

 “Modern muzip yalanlar” başladı… İşler güçler ilk bölümden izleyicinin gönlünü feth etti. Bu satırları henüz dizinin ilk reklam arasını verdiği yani yayın saatinin yaklaşık bir buçuk saat sonrasından yazıyorum, temennimin gelecek bölümlerde daha çok reklam alması olduğunu belirterek başlayalım izlerken alınan notlara…
İşler Güçler
İşler Güçler
Hiç bir ikincil anlam yüklemeden belirtmeliyim (Gazi dizisiyle ilgili ironi içermemektedir) ki Ahmet Kural’ı ilk başrolü “Gazi”den bu yana beğenerek izliyorum. Her ne kadar Gazi dizisinin senaryosunda ciddi sorunlar olduğunu belirtsem de o diziden bile belliydi “bu adamda iş olduğu.” Çalgı Çengi’yle ateşlenen o fitil sanırım İşler Güçler’le patlayacak. Murat Cemcir’in seslendirme kariyerinin yanı sıra dizi izleyicisine “ben de varım” diyerek dikkatini üzerine çektiği iş Üsküdar’a Giderken henüz hafızalarda anısını taze tutarken, İşler Güçler o dikkati, izleyicide uyanan “her an beklenmedik bir kahkaha attırabilen oyunculuk” ritmini “sinüs” haline getirecek gibi… Yani İşler Güçler bu ikiliyi televizyon dünyasının “ayrı düşünülemeyenleri” arasına sokabilir dikkat çekerim…
Hadi gelelim notlara… Bir kere dizide yalan ile gerçek arasındaki o ince çizgi iyice kaybolmuş, neresi gerçek neresi yalan çözmesi zor. Dizideki her oyuncu kendi adıyla oynuyor. Ahmet Kural, ilk başrolü Gazi dizisiyle dalga geçerken, Murat Cemcir “sesimle para kazanıyorum” nidalarıyla seslendirme kariyerini dizi boyunca alay konusu etti.
“Yalan Dünya” olarak anılan hatta bu adı bir diziye veren oyunculuk dünyasının asıl yüzünü, Yalan Dünya’nın Cihangirleştirilmemiş tarafını gösteriyor İşler Güçler… Her şey ne kadar gerçekse, bir o kadar yalan… Başrol oynayacağını düşündüğü dizide rolün başkasına verildiğini gazeteden öğrenen, başlayacağı işin garantisi olmadığı için girdiği taksiti nasıl bitireceğini düşünen oyuncu figürü nasıl gerçekse, kaşık yutan insanın feryadı da bir o kadar güldürme yalanı dizinin içinde…
Gerçeklerin ve yalanların içinde göndermeler de yok değil, hatta bolca gönderme var. Bir anda cami avlusunda oturan oyunculara yapılan gönderme omzunuzun üstünden geçen bir taş ile birilerinin kafasına denk düşüyorken, Engin Altan Düzyatan’ın anlaşamadığı reklamları seslendirmeyi amaç edinen seslendirme sanatçısı figürü bir o kadar gülümsetiyor izleyiciyi… Hep fark ettiğimiz ama hiç dile getirmediğimiz bu ayrıntılar can buluyor senaryo içinde, hatta dizi ile maç arasında mekik dokuyanların içsesini bile dizide duyabiliyoruz. Sadi Cengiz’in “Balotelli’yle konuştum haberler iyi. İşi ilk 15 dakikada bitirecekler. Herkes bizim diziye dönecek.” ifadesi ne kadar şaşırtıcıysa beklenmedik bir anda sahnenin arkasında beliren Çalgı Çengi film afişi veya Behzat Ç izlenen ekran gibi ayrıntılar da o kadar sürprizli…
İzleyicinin rahat bırakılmadığı, diken üstünde tutulduğu bir dizi İşler Güçler, her dakika bir şey olacak diye izleniyor. Günümüzde çoklu ekran izleyiciliğinde de bunun yansımasını hemen gördük zaten, dizi yayınının yirminci dakikasında trend topic oldu. Her an yeni bir espri yakalayan izleyici yakaladığı mizanseni tarihe not düştü, paylaştı ve yenisini izlerken gelen yorumlara göz ucuyla baktı… Twitter’da, Facebook’ta, ve özellikle sözlüklerde üst üste gelen güldürü darbeleriyle once sersemleyen izleyici yirminci dakika itibarıyla yazılara hız verdi.
Tüm yazılanlardaki temenni ise ortaktı, Üsküdar’a Giderken’in anımsatıldığı mesajlar paylaşıladursun, kişisel fikrim Selçuk Aydemir’in İşler Güçler’le bu kötü talihi yenebilecek güçte olduğu. Tabi gelecek bölümlerde de beklenen o “yırtma”nın olması şartıyla. Kısacası film çekmek isteyen üç kafadarın “köşeyi dönmesi”, “şeytanın bacağını kırması” yani “yırtması” lazım ki dizi izleyicisi başarısızlığın ve talihsizliğin komedisinde durağanlığa düşmesin. Belki ilerleyen bölümlerde çok daha farklı aksiyonlar göreceğiz belli olmaz ama ilk bölümden gözlemim o keskin kırılmanın en geç kış sezonuna geçerken yaşanması gerektiği…
Bakalım gelecek bölümler bize neler gösterecek?

Yalan Dünya’nın Gerçeği Bu Mu?

Yalan Dünya’nın 15 Haziran 2012 tarihli yayınını ancak izleyebildim. 1 hafta geriden geldiğimin farkındayım, geç de olsa eleştiriyi dillendirmenin vaktidir.
Dizideki bir sahne üzerine yazılan bir yazı beni hayli düşündürdü. Yazı benim değineceğim noktayı o kadar güzel açıklıyordu ki kendi cümlelerimden önce o yazıdan bazı bölümleri aynen alıntılıyorum. “LGBTT’ler adına Murat Renay” imzalı yazıda dizinin senaristi Gülse Birsel’e seslenen şu satırlara yer veriliyordu:
“Senaristi olduğun Yalan Dünya’nın 15 Haziran 2012 tarihli bölümünde sahnede şarkı söyleyen Zerrin karakterinden intikam almak isteyen Selahattin’in pavyondaki herkese Zerrin’in aslında “dönme” olduğunu çirkin el işaretleriyle betimlediği ve müşterilerin de arkasına bakmadan mekanı terk ettiği bir sahne yazmışsın. Ne gerek var?
Bundan önce benzeri bir sahneyi yine yazdığını, Avrupa Yakası’nda Burhan karakterinin Yaprak’ın işine taş koymak için “dönme” olduğu dedikodusunu çıkardığını da biliyoruz. Bu bilgiyi de göz önünde bulundurup yeniden sana sormak isterim : Aynı ayıbı tekrarlamana ne gerek var?
Bari sen yapma Gülse. (…) En azından kendini belki de gerçekten trans olup o pavyonda şarkı söyleyen birinin yerine koy. Ancak gerçekte o pavyondaki insanların sanatçı travesti veya transseksüel diye o mekanı terk etmeyeceğini, bilakis oraya daha çok müşteri gelebileceğini de bil. Hatta sonrasında, bu trans arkadaşlarla ilişkiye giren “sapına kadar erkek”lerin işlerine geldiğinde bu arkadaşları tekme tokat dövdüğünü veya öldürdüğünü de bil. Bu nefreti, sen ve senin gibi senaristlerin yazdığı zararsız görünen senaryoların da körüklediğini, şiddeti normalleştirmeye fazlasıyla katkısı olduğunu da biraz hesaba kat.
(…)”
Böylesine düşüncelerimi ifade eden bir yazıya yer verdikten sonra fazla söze gerek yok, cinsel yönelimleri nedeniyle her gün şiddet gören insanların da şiddet gören kadınlar kadar çok olduğu Türkiye’de nasıl kadına şiddet “daha az geyik malzemesi” yapılmıyorsa nefret körükleyici her türlü ithaftan da kaçınılmalı.
Gülse Birsel gibi deneyimli bir mizah kaleminin kendini tekrarladığı Avrupa Yakası’nda ele aldığı konuları tekrar tekrar izleyiciye sunduğu tartışıladursun, hataları bile yinelediği gerçeği tokat gibi iniyor yüzüme. Homofobinin ve transfobinin her gün insanların canını aldığı bir coğrafyada “dönme” ifadesinin kullanımı bile kötüyken bir de insanlardan izole edilmesi gereken bir canlı gibi “şarkıcının transeksüel olduğunu öğrenen herkesin mekanı terk etmesi” bir nefret ifadesidir.
Hassasiyet beklenen bu tür konularda kalem oynatmak nasıl bu kadar kolay olur diye düşünürken, kadına şiddetin komik sanıldığı diğer ekran denemeleri aklıma geliyor da, Gülse Birsel bile bunu yazarsa öteki denemeler daha ekranda birçok kez yer alır diyesim geliyor. Böyle bir öngörüde bulunmak bile canımı yakıyor, Yalan Dünya’nın gerçeği güldürmüyor…
Hazır konu açılmışken bir çağrıya kulak verelim, 1 Temmuz’da “onur” için yürüyelim :
[youtube http://www.youtube.com/watch?v=HQhd43P-DTo]

Savcı’sız Behzat Ç, Behzat Ç Olur mu?

Biliyorsunuz Behzat Ç dün büyük bir para cezası aldı, cezanın nedeni ise dizide 17 dakika alkol alınmasıydı… Konuyla ilgili yazı yazmamı isteyen, görüşlerimi merak eden okurlardan mesajlar aldım ancak sizleri iki ay kadar önce Radikal Gazetesi’nde yayınlanan bir yazıya havale etmenin daha doğru olacağına inanıyorum. Benim yazmadığım bu yazı konuya bambaşka bir perspektif sunuyor, ve Behzat Ç’nin neden RTÜK’ün hedef tahtasında olduğunu çok güzel açıklıyor. Zaten konuyla ilgili yazılması gereken yazının yazıldığı kanaatinde olduğumdan ceza konusunun daha fazla üstünde durmuyor ve yine diziyle ilgili başka bir tespitimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sürekli bir Behzat Ç izleyicisi değilim, ancak Behzat Ç üzerinden yapılan tartışmalarda verilen cevabı çok net hatırlıyorum. Her argüman Behzat Ç’nin bir antikahraman olması üzerinden sonuca bağlandı bugüne kadar, haksız da değildi, Behzat Ç’nin kahraman olduğu iddiası dizide hiç güdülenmedi. Bahsedildiği üzere, Behzat ideal bir adam değildi, idealleştirilmeye çalışmıyordu ve link verdiğim yazıda da altı çizildiği gibi norm dışı olması zaten onu ayrık otu yapıyordu.
Ancak dizide Behzat’ı “anti”leştiren yani onun sunduğu karakterin karşıtını oluşturan bir “öteki” daha vardı. Bir kimliğin varoluşu için nasıl ötekinin olması gerekliyse, yani renk olarak mavi olanı tanımlamamız için bir mavi olmayanın varlığı zorunluysa, dizide de Behzat’ın norm dışı hallerini destekleyecek “daha normal” karakterin veya karakterlerin olması da zorunluydu. Behzat’ın akıl dışı, öfke kontrolündeki karakteri daha akılcı bir kişi kurgusuyla senaryoda desteklendi, yani karakter kendi gibi olmayan üzerinden tanımlandı ve tamamlandı. Behzat yalnızca norm dışı olduğu için değil, dizideki diğer karakterlerin zıttı bir alternatif olduğu için de bu kadar benimsendi. Özetle dizide biz Behzat Ç gibi 5 karakterin öyküsünü izleseydik, o bizim için bu kadar çekici olmayacaktı veya Behzat bizim gibi olsa o öteki desteği alınmasaydı dizi bu kadar önplana çıkmayacaktı.
Malumun ilanı olan bu bilgilendirmeyi yaptıktan sonra geçtiğimiz sezonda bu dengenin nasıl sağlandığına beraber bakalım. Defalarca yapılan bir benzetmenin üstünden nemalanmak istemediğim için konuya deyinip sonuca varalım. Behzat Ç’de geçen sezon denge unsurlarından biri Şevket biri ise Savcı’ydı. Denklemin bilinmeyenleri karıştıysa gelin başka bir örnek üzerinden açıklayalım.
Hukuk, yani belirlenmiş kurallara uymak, boyun eğmek ve onların devamlılığını sağlamak üzerinden tanımlanan bir işle iştirakla biçimlendirilen Savrı karakteri Behzat’ın panzehiriydi. Bu dengeyi başka örneklerle de açmak gerekirse, nasıl House M.D.’de House’un denge ağırlığı Cuddy ve Wilson ise öyle… Wilson dizinin son bölümünde açıklandığı gibi House’un vicdanıydı, House’un asla kendine ait bir vicdanı olması gerekmedi, çünkü Wilson zaten halihazırda House’un iyi yanıydı. Bu karşılaştırma üzerinden Cuddy yönünde de yol alabiliriz. Cuddy nasıl House’u dizginleyen bir otorite figürü ise Savcı da Behzat için oydu. El freniydi, ana kumandaydı…
İşte böyle kurgularda bir karakteri öteki olmadan düşünemezsiniz, dengesini yitirir, o olmadan eski karaktere asla dönemez. Bir dizinin tutması için bu denklemin sağlanması ne kadar önemliyse, tutan bir işte denklemin korunması önemli veya bilinçli olarak bozulması da bu derece kontrollüdür. House M.D. dramatik bir sonla arşivde yerini aldı, Behzat Ç için bu denklem bozumunun ne kadar sağlıklı kalanacağı ise tarafımca şüpheli… Önümüzde bu bozulumun yeni bir kurulum için elverişli olmadığına dair iki antikahraman üzerinden yapılmış bir karşılaştırma varken daha derin bir açıklamaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Behzat Ç izleyicisi nasıl ikinci sezonda ilk sezonun tadını aradıysa, üçüncü sezonda da ilk iki yılın izleri aranacaktır. Nasıl House’un sekizinci sezonunun Cuddy’li bölümleri arattıysa, nasıl House hayatına Dominica’yla devam edememiş, Wilson’ın omuzlarına yüklediği tüm sorumluluklar nasıl sonunda Wilson’ın hastalığıyla çözümsüz hale gelmişse aynen öyle… House bencilliğiyle Behzat’a fark atsa da başka problemleriyle aykırılıkta onunla yarışıyor. Bu nedenledir ki, Behzat Ç’nin finalinde Behzat’ı da gömersek şaşırmayın. Böyle karmaşık denklemleri çözümü de aynı denklemi dengelemek kadar zor zira…
Sonuca gelirsek Savcı Esra’ya veda niteliğinde olan bu yazı biraz geç yazılsa da öngörümün gelecek sezon tutmamasını diliyorum. House için Cuddy’siz 1 sezon bile izleyicide özlem yarattıysa, Savcı’sız 1 sezon da aynı şekilde Behzat Ç izleyicisini hasrete düşürecek gibi geliyor.

Dizilerde kürtaj, pardon cinayet!

Malumunuz gündemimiz kuluçka makinesi olarak görülen kadınlar ve kadınların aldırdıkları çocuklar… Ülke gündemimiz malum kürtajken gelin dizilere, yani toplumun muhafazakarlaştırılmış ve muhafazakarlaştırma amacı güden yansımalarına, beraber bakalım.
Defalarca dizilerin bir üstadın tasviriyle “muhafazakar ideoloji üreten makineler” olduğunu örnekledim önceki yazılarımda, bakalım kürtaj meselesinde makinelerimiz bizlere neler gösteriyor.
En yakındaki örneklerden başlayalım aklıma bu sezonun işlerinden kürtaj konusunu işleyen iki dizi geliyor. Biri Öyle bir geçer zaman ki, diğeri ise Bir çocuk sevdim… Malumunuz Öyle bir geçer zaman ki’de Cemile, Ali’nin tecavüzü sonrası hamile kalmıştı hatta bebeği aldırmak isterken ölümden dönmüştü ve sezon başında Mustafa’nın kimin çocuğu olduğu başta anlaşılamamış Cemile’nin çocuğunu aldırdığı ilerleyen bölümlerde şok unsuru olarak açıklanmıştı. Bir çocuk sevdim’de ise henüz reşit olmayan Mine hamile kalınca ailesi onu kürtaja zorlamış ama o çocuğu için hastaneden kaçmış ve bebeği aldırmamıştı. Gelin biraz daha örnek bulalım…
Muhteşem Yüzyıl’da henüz birkaç bölüm önce Melisa Sözen’in canlandırdığı Efsun, şehzadeden hamile kalınca bebeğini aldırılmış fakat işlemi kaldıramayarak kan kaybından ölmüştü. Eve düşen yıldırım’da kürtaj olan genç kadın bir daha anne olamayacağını öğrenirken, Aşk ve Ceza’da Nurgül Yeşilçay’ı kürtajdan annesi son anda vazgeçirmişti.
En uzun süre kürtajı konu edinen dizi ise Aşk-ı Memnu olmuştu. Hatırlarsınız Adnan Bey, ondan habersiz bebeğini aldırdığı için bir sezon boyunca Bihter’i affetmemiş ve aralıklarla “bebeğimizi öldürdün” diyerek onu suçlamıştı. Sanırım bu kadar örnek dizilerde kürtaj konusunun ne kadar sık işlendiğinin özeti… İster dönem dizisi, ister güncel zamanda ilerleyen bir yapım olsun Türkiye’de neredeyse her dizi kürtaj konusuna el atıyor…
Peki bu konular nasıl işleniyor? Dizilerde kürtaj olmayı düşünen kadınlar öyle ya da böyle o masaya gelince işlemden vazgeçiyor(Bir çocuk sevdim, Aşk ve Ceza, Son ilk aklıma gelen örnekler). (Birkaç örnek hariç, Öyle bir geçer zaman ki’de Cemile de bu istisnalardan biri) Kürtajdan vazgeçmeyenler ise, Bihter örneği, sezon boyunca “çocuk öldürmek”le bir tutulan suçlamalara maruz kalıyor. Aynen Başbakan’ın söyleminde olduğu gibi Adnan Bey de kürtajı cinayet olarak addediyor…
Eski dizilerden de hatırlayacağınız gibi (Melekler Korusun dizisinde de Esin bu nedenle bebeğini aldırmaktan vazgeçmişti) ilk çocuğunu aldıran ve bir daha bebek sahibi olamayan birçok karakter var dizi tarihimizde, son örnek ise Eve düşen yıldırım. Bebeğine kıyan kadının laneti dizilerde o karakterlerin peşini bırakmıyor anlayacağınız.
İdeolojik makinelerimizde anne figürü “evladına kıyamayan, her şeyi bebeğinin önünde tutan kadın” olarak yaratılırken dizilerde şehvet ağırlıklı karakter denince akla gelen ilk ismi kötü gelin Ferhunde’nin bile Şevket’ten olan bebeğini aldırırkenki gözyaşları ibretlik olarak ekrana yansımıştı. Deniz Çakır’ın o dönemde verdiği röportajlarda o sahneden çok etkilendiği, dizide kürtaj yaptıran kadın olmanın onu çok üzdüğü yazılıp çizilmişti. Karakter her ne kadar anne olmaya, borç içindeki bir aileye çocuk getirmeye hazır olmasa da o karakteri canlandıran oyuncunun “aslında üzüldüm” sözlerinin üstünde bu kadar durulması “sonuçta o da kadın, bebek aldırmak da suç ve vicdan azabı vesilesi” mesajını vermenin bir başka yolu…
Özetle dizilerimizde de kürtaj cinayet olarak işaret ediliyor, vicdanlı anneler çocuklarına kıyamıyor. Bihter ve Ferhunde gibi sadakatsiz ve başka öncelikleri de olabilen kadınlar ise çocuklarından vazgeçmenin sonuçlarına bir şekilde katlanıyor. Ferhunde Şevket’in gazabına, Bihter Adnan’ın katil suçlamalarına maruz kalıyor. İffet tecavüz ürünü olan çocuğunu yaşam kaynağı olarak görüyor, Cemile kendi çocuğunu vicdan azabıyla aldırırken Mustafa’ya annelik yapıyor…
Kadının “annelik” misyonu üzerinden muhafazakar mesajların sürekli yeniden üretildiği bu dizilerde, zaten yıllardır Başbakan’ın kürtaj konusundaki ısrarı içten içe işleniyormuş. “muş” diyorum çünkü böyle bir liste daha önce önüme dökülmüş değildi. Yeni yeni ayırdına vardığım bu mesaj bombardımanında tecavüz sonucu zuhur eden bebeğin bile İffet için hayata tutunacak bir sebep olduğu (İffet’te tecavüz sonucu hamile kalan İffet (Belki de devlet henüz bakacağı güvencesini vermeden ona malum olduğundan(bakınız Recep Akdağ’ın demeci)) bebeğini doğurmayı göze almış fakat babasının dayağı sonucu bebeğini düşürmüş uzun süre yas tutmuştu), aynı dizide yine Cemil’den hamile kalan Betül’ün ayrıldığı kocasından çocuk sahibi olmak için tereddüt etmediği ve hatta daha sonra Ali İhsan’dan hamile kalan İffet’in annelik heyecanının ekranlarda yer bulduğu şu günlerde “evlilik dışı ilişki dizilerle meşrulaştırılıyor” provakasyonuna bu örneklerle yanıt vermek en doğrusu sanırım.
Hayır! Dizilerde en ağır şekilde meşrulaştırılan şeylerden biri evlilik dışı ilişki değil kadın bedeninin üzerindeki erkek hakimiyeti (dizilerdeki tecavüz olaylarını saymama gerek var mı?), annelik (2 hafta önce yazdığım dizilerde türbanlı kadının reytingi yok mu yazısına bakabilirsiniz), aile ve kadın sadakati… Kısaca muhafazakar değerler… Yani “kürtaj” yalnızca dizilerin kurgusunda heyecan yaratan ve son dakikada vazgeçilerek mutlu aile tablosunu tamamlayan bir öğe… Özetle yakında tüm bu makinelerin içinde tek ayrık otu diyebileceğim Behzat Ç’de bile Savcı’yla Behzat’ın da bir çocuğu olur son anda doğumuna kadar verilirse şaşırmayın! Mutlu aile tablosu eksik kalır, cinayet işlenirse yanarız alimallah!
Ekstra not: Kürtajın kadının bedeniyle ilgili bir işlem olduğunu ve söz hakkı olan kişinin o bedenin sahibi olduğunu düşündüğümü belirtiyor ve erkeklerin kadın bedeni üstünde güç savaşını anlamsız buluyorum. O nedenle yılda bir kadın vücudu ve cinselliği üzerinden açılan bu tartışmaları avam olduğu kadar haksız ve anlayışsız olarak görüyorum. “Kadınlar mecbur kalmasa çocuk aldırmaz”, “kadınlarla empati kuralım” önermeleri de “kadın çocuk sahibi olmayı zaten ister” altyapısı üzerine kurulduğu için “kadınların da çocuk sahibi olmayı kişisel istekleri doğrultusunda mecburiyetler olmadan reddedebileceği” alternatif görüşüyle reddediyorum! Kadın haklarını savunalım derken kadın bedeni üzerinden muhafazakar görüşler üreten o köşe yazarlarına tek tavsiyem empati kurarken muhafazakar ideoloji makinelerinden biraz olsun uzaklaşabilmeleri.

Sultan Ne Sultan, Ne Sultan!

Sultan dizisi malumunuz Pazartesi akşamı başladı ben ise Aliye dizisini bile 6 yıl sonra köşesine taşıyan biraz “geriden gelen” bir yazar olarak bu kez fazla geç kalmadan (şaka bir yana) Cumartesi günü diziyi izleyip notlarımı aldım ve şimdi yazıyorum.
Aldığım notlar birkaç sayfayı aşınca hem okuru yormamak hem de ilk bölümden uzun uzadıya analiz yapmak yerine “not” paylaşmak açısından görüşlerimi madde madde açıklayacağım.

Teaser Diziyi Yansıtmıyor
-Sultan dizisi hakkında belirtmem gereken ilk nokta biraz özeleştiri kaynaklı olacak. Diziye karşı olan önyargımı izlerken fark ettim, sonrasında sosyal ağlarda ve sözlüklerde yapılan yorumlara bakınca anladım ki yalnız değilmişim. Bir dizi teaserda ancak bu kadar kötü tanıtılabilirdi… Sultan’ın köprü üstünde “Sultan ne Sultan, ne Sultan!” nidalarının antipatikliği, dizinin şahane güldürü unsurlarına, kültürel çelişkilerine ucundan bile değmeyen o fragmanların talihsizliği televizyon tarihine eksiyle geçecek nitelikte.

– Dizinin reyting rekortmeni olmayı beklemediğini ikinci kuşakta, yaz dönemi başlamasından hatta entrika yoksunu senaryosundan anlayabiliyoruz. Malumun ilanı olarak yazdığım bu maddeyi örneklemem gerekirse Canım Ailem, İkinci Bahar, Sultan Makamı, Yabancı Damat gibi aynı türden sıcak aile hikayelerinin efsaneleştiğini ancak hiçbir zaman “rekortmen” sıfatına nail olamadığını belirtmeliyim.
Sultan, Nurgül Yeşilçay İçin Risk
-Hazır konuyu açmışken Nurgül Yeşilçay gibi etnik hikaye anlatsa dahi entrikadan vazgeçmeyen bir oyuncunun (bakınız Ezo Gelin), böyle bir aile hikayesinde başrol oynaması (İkinci Bahar dışında oynadığı bir sıcak aile hikayesi gelmiyor aklıma aslına bakarsanız dizi sektöründe bu tür diziler zaten sayıca çok değildir) yapımcı ve oyuncu için hem risk hem de şanstır. Sultan’ı risk olarak addetmemin bir nedeni de Nurgül Yeşilçay’ın sadık izleyici kitlesinin sevdiği “ortalama” seyir türünün de onun rol aldığı diğer entrika dolu, aşk dizileriyle orantılı olabileceği varsayımı ancak hem dizi sonrası yapılan yorumlardan hem de reytingten anlıyorum ki oynadığı neredeyse her dizide gözyaşlarını bolca görmeye alışık olduğumuz Nurgül Yeşilçay, bu kez bir yandan güldüren bir yandan hüzünlendiren Sultan’la bu riskin altından kalkacak gibi.
-Neredeyse her televizyon eleştirmeninin üstünde durduğu nokta dizinin şivesi ancak Diyarbakır ağzı usta bir oyuncu koçuyla halledilebilir, bu eleştiriler muhakkak yapımcı tarafından dikkate alınıyordur. O nedenle ben o konuya hiç girmiyorum zaten ağız konusunda “iyi”, “kötü” diyebilecek kadar diyalekt bilgisine sahip de değilim.
Kürtçe Olmadan Diyarbakır Tanıtılabilir mi?
– Gelelim benim asıl üstünde durmak istediğim noktaya. Dizide Hasanpaşa Hanı, Yedi Kardeşler Burcu, Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi, eski Diyarbakır sokakları her dizide geçişlerde gördüğümüz boğaz manzarasının yanında çok güzel bir alternatif oldu. Dizi görsel açıdan şehrin kültürel tanıtımını da biraz olsun misyon edinmiş gibi duruyor. Bu açıdan kesinlikle takdir şart. Ancak eksik görülen noktalar da yok değil. Diyarbakır’da geçen bir hikayede bir cümle olsun Kürtçe duymadım. Diyarbakır gibi doğu bölgesinin büyükşehiri olan bir şehrin en büyük kültürel zenginliği dili ve dini çeşitliliğidir. Diyarbakır gibi Süryani kültürün hala yaşadığı, Kürtçenin yaygın kullanıldığı bir yörede bu çeşitlilikten ufacık bir parçayı dizide göremedim. Keşke olsaydı diyorum, keşke görülseydi… Yıllar önce Seher Vakti dizisinde ve son olarak Kasaba’da gördüğümüz o çeşitliliğe entrikalarla örülü dizi dünyasında bir üçüncü alternatif daha kattık diyebilseydim. Ağalı konaklı sözde “etnik” dizilerin içinde bir aile hikayesinin anlatıldığı Sultan keşke içine serpiştirilmiş Kürtçe diyaloglarıyle gerçekten etnik özellikleri de gösterebilseydi… Gelecek bölümlerde umarım bu eleştiri bir karşılık alır da ben köşemden sevinçle haksız bir eleştiride bulunduğumu duyururum.
(“Dizinin böyle bir tanıtma misyonu yok ki!” Diyecek olanlara dizide kullanılan onlarca özlü sözü, türbe ziyaretlerini ve aceleci bacı helvasını hatırlatarak dizinin böyle bir misyonu da kendine uygun gördüğünü hatırlatmak istiyorum. Ama Diyarbakır tanıtılacaksa özlü sözlerden fazlasını söylemek gerekiyor…)
-Dizinin en beğendiğim noktalarından biri de (her ne kadar bölgedeki kültürel çeşitliliğe değinmese de) bazı kültürel farklılıkları göstermesi. Fransa’dan gelen torunun mısır gevreği istemesi, üniversiteli genç kadının Sultan’a “kadınlığın” eksiklik olmadığını öğütlemesi gibi pek çok kültürel ve sosyal yaşam farklılıkları dizide yer alıyor. İzleyiciyi hem gülümseten hem de düşündüren bu anlar hoşgörüyü, anlayışı ve farklılıklardan korkulmaması gerektiğini de alttan alta öğütlüyor. (Türkiye’nin farklılıklara karşı politikaları ve kötü haber dolu gündemi içinde ilk öğrenilmesi gereken de bu sanırım)
-Dizinin kare aslarından biri de Nur Sürer… Şimdiye dek sosyal misyonu olmayan işlerde yer almadığını gözlemlediğim oyuncunun neden Sultan’ı kabul ettiğini diziyi izleyince çok daha iyi anladım. Bir kadının Diyarbakır’da ayakları üstünde durma hikayesini anlatıyor dizi, hem de Nur Sürer’in canlandırdığı oğlunun tarafında olan Kayınvalide rolüne katılan “geleneksel” sosla…
Kadın Hikayesinin Başımızın Üstünde Yeri Var
-Dizinin bir kadın hikayesi olduğunu en baştan belirtmiştim. Dizide kadına ve kadınlığa dair şu anları ve sözleri izlerken not almadan edemedim. 15 yıl kendisini terk eden kocasını bekleyen Sultan’ın babasının evine alınmayışı, kayınpederinin ona “sahip çıkması”… Çocuğu olmadığını söylediğinde “En azından çocuk babasız kalmamış kocan gidince” diyen şehirli-üniversiteli Pınar’a “Burada çocuğun olmaması ne demek biliyor musun, onlarca türbe var” demesi… Dükkan kiralamak için görüşme yapan Sultan’a ilk söylenenin “Kadın başına ne edeceksin dükkanı” olması… Pınar’ın “ev arkadaşı olalım” önerisine Sultan’ın “Ev arkadaşı! Kadın başımıza! Sen burayı Paris belledin?” diyerek yanıtlaması… Bunların hepsi dizinin dolu olan alt metnini, kadının hayattaki yerinin diziye nasıl yansıdığının göstergesi.
Sonuç…
Dizi ilk bölümüyle bende olumlu izler bıraktı, babaların atışması Yabancı Damat ve İkinci Bahar’dan sahneleri hatırlatırken Sultan’ın Şeyhmus’a olan hırsı Canım Ailem’deki Meliha’yı gözümde canlandırdı. Televizyon tarihinde efsaneleşen bu üç dizinin yanı sıra dizinin müzikleri ve görüntüleri ise mahalle hayatını ekrana en iyi taşıyan dizilerden biri olduğunu düşündüğüm Sultan Makamı’nı aklıma düşürdü. Bahsettiğim hiçbir dizinin reyting rekortmeni olmadığını bir daha hatırlatarak Sultan’ın reytinglerinin bu ilk çıkış geçtikten sonra muhtemelen vasat seviyelerde kalacağı öngörüsünü ve gönüllerde taht kuracağı müjdesini bir arada veriyorum. Tabi Diyarbekirlilerin gönlünü kazanmanın şartlarını yerine getirip ağız düzeltilip bir de Kürtçe de kullanılmaya başlanırsa işte o zaman Sultan gerçekten efsaneleşir diyorum.