Pazarlama sektörünün öncü dergilerinden Campaign Türkiye’nin 111. sayısında ben de varım. Dijital platformlarla beraber değişen seyir alışkanlıkları, sinemaya gitme eğiliminin geleceği konularında, kapak dosyasında görüş bildirdim. Dolu dolu, ufuk açıcı bir sayı olmuş emeği geçenlere teşekkürler. Arşivlik bir sayı… Turkcell Dergilikte mevcut veya Campaign Türkiye’nin web sitesinden sipariş verebilirsiniz.
Herkesin izlediği, sohbetlerde konu açtığı, izlemeyeni ayıpladığı ve art arda önerilerle dakikalarca spoiler verdiği diziler vardır ya, 10 Bin Adım şimdiden onlardan biri oldu.
10 Bin Adım Tanıtımı:
Dizinin yayın platformu en genç dijital platformlarımızdan Gain. Başrollerinde Engin Günaydın ve Devin Özgür Çınar oynuyor. Hikaye de ikisine, senaryo Devin Hanım’a ait. Bu bilgiler cepte… Dizi, eski sevgililerin (Ezgi ve Memet) 10.000 adım atma hevesi ile buluşup yaptığı yürüyüşleri konu alıyor. Tabii her gün başlarına türlü türlü olay geliyor.
Televizyon programları, diziler, ekrana yansıyanlar, konuşulanlar, ima edilenler ve sosyal meselelerin ekrana gelişi üzerine hazırladığım podcast kayıtlarıyla Spotify’dayım. Yazı arşivlerimde yer alan notları da sizler için podcast kayıtlarında seslendiriyorum. Hem güncel projeler hem de nostaljik diziler/programlar hakkında ses kayıtlarıma Televizyon Analizi Podcast adresi üzerinden ulaşabilirsiniz.
Salı akşamı ekrana merhaba diyen TRT1’in yeni dizisi Masumlar Apartmanı, dikkatleri tanıtımlarıyla üstüne çekmişti. Tamamen naylonlarla kaplanmış bir salonda oturan ana karakterlerin olduğu billboardlar sokakları doldururken ekrana gelecek hikaye de merak uyandırdı. Elbette oluşan merak duygusunda eser sahibinin; İstanbullu Gelin, Kırmızı Oda, Doğduğun Ev Kaderindir gibi dizilerin uyarlandığı kitapların da yazarı olan Gülseren Budayıcıoğlu olmasının etkisi vardı. Neticede dizi, ilk bölümüyle beklentilere tam da bu noktadan yanıt verdi. Her ne kadar temposu düşük olsa da ekrana getirdiği derinlikli karakterlerle şimdiden fark yarattı. Dizi üstüne bir yazı kaleme almak için yazmaya koyulduğumda bu yazının spoiler vermeden yazılamayacağına emin olarak başladım not düşmeye, bu nedenle alt satırlara geçmeden önce spoiler içerdiği uyarısını yapmayı borç biliyorum.
Evin Odalarından Naftalin Kokusu Geliyor
Masumlar Apartmanı dizisi için söylenebilecek çok şey var. Dizi öylesine dünyadan sterilize edilmiş bir aileyi anlatıyor ki, odalardan, mobilyalardan hatta karakterlerden bile naftalin kokusu geliyor. Kesif, burnun direğini sızlatan, rahatsız edici bir koku… Dokunulmamış, sandıklarda sararmış çeyizler gibi birçoğu. Dizi, beraber yaşayan baba ve çocuklardan oluşan ailenin ekseninde dönüyor. Safiye, Han, Gülben, Neriman adlı dört kardeşin babalarıyla yaşadığı daire, zamanın bir yerinde takılıp kalmış bir plak gibi boşa dönüp duruyor. Dönüp duran cızırtılı bir sesin rahatsızlığını hissettiren bu aile hayatının yeni misafirleri ise dedesi ve kardeşi ile beraber yaşayan İnci oluyor. Tesadüf eseri yolları kesişen Han ve İnci birbirine mıknatıs gibi çekilirken, hayatın onları aynı apartmana getireceğinden habersizler elbette. Kaderin cilvesi bu ya, bozuk plak gibi yaşanan hayatın ortasına düşen bu yeni karakterimiz (İnci) radyoda çalışıyor. Dizinin İnci’si Farah Zeynep Abdullah, Masumlar Apartmanı başlamadan önce verdiği röportajda dizinin “iyileşme hikayesi” olduğunu vurguluyordu. İlk bakışta iyileşmeye ihtiyacı olanların temizlik obsesyonu bulunan Safiye ve kardeşi Gülben olduğu sanılsa da dizideki her karakter kendi sorununu bir madalya gibi üzerinde taşıyor.
Han, Sallanan Oyuncak Gibi… Hareket Ettiğini Sanıyor ama Yerinde Sayıyor
Gerçek hayattan uyarlanan hikayede karakterlere gelmeden önce semboller üzerinden biraz ilerlemek istiyorum. Bir apartmanın merkeze alındığı dizide, hayatların birbirine asma bir merdivenle eğreti bir biçime eklemlendiği aşikar. Apartman kentleşme tarihimizde büyük bir modernleşme adımı öyle değil mi? Soba etrafında toplanılan, tek odada oturulan evlerden, kaloriferli apartman dairelerine terfi eden aileler, aslında yeni bir iletişim türü doğurur. Odaların kapıları kapatılır, herkes özel alanına çekilir, bir arada olma ve hayatın iç içeliği saatlerle sınırlanır. Herkes bireyselleşir, aynı ailede farklı fikirlerin çıkma olasılığı artar, insanlar birbirinden yavaş yavaş habersizleşir. Masumlar Apartmanı, tahayyül edilen klasik düzenin defolu bir versiyonunu sunuyor. Ailenin tek erkek çocuğu Han (Biran Sokullu) kardeşleri ve babasının yaşadığı evin üst katında bir dairede otursa da, hiç kapanmayan bir kapı, iki daire arasındaki asma kat, hayatının tam ortasında duruyor. Alt katta, temizlik obsesyonu olan kız kardeşler, hasta bir baba ve astım hastası ergen bir kız kardeş Han’ın bir türlü bırakamadığı prangaları gibi diziliyor. Apartman veya aile dediğime bakmayın yani, ne apartman hayatı bildiğiniz hayat, ne aile bildiğiniz gibi ne de iletişimleri… Genç adamın odasındaki oyuncak at, adeta Han’ın hareket etmeye çalışıp bir yere gidememesini anlatıyor. Pasif bir baba, baskın hayalet bir anne, annesinin rolünü almaya çalışan bir abla, dört bir yanından çekiştirilen ve kendine ancak yurt dışına giderek bir kimlik edinebilmiş bir oğlan çocuğu… Han’ı ailenin denge unsuru olarak görmek mümkün. Bütün enerjisini işe kanalize ederek kendini hayatı düşünmekten alıkoyan, korkaklardan biri o da… Yurt dışında gününü gün etmiş, ancak döndüğünde yine kendini mahkum olduğu hayatın zincirlerine dolamış biri. Karşısına aşk çıkınca hatırlıyor ağır yüklerini ve “tımarhaneye gelin mi getireceğim” diye kendini ketliyor, hatasını anladığındaysa İnci çoktan gitmiş oluyor. Ailede duygularına karşı engel koyan tek kişi o değil.
Bastırılmış Kadınlık, Kırılgan Kadınlar
Yıllar önce, ailesinde temizlik obsesyonu olan bir arkadaşım obsesyonun da artık ailelerinden biri olduğunu, o ailenin bir üyesi olduğunu söylemişti. Onlardan biriydi… Bu dizide de öyle, Safiye ile can bulan ve belli ki kardeşi Gülben ile paylaşılan patoloji yalnızca temizlikle sınırlı değil. İstifçilik de baş gösteriyor tabii… Çöpler üst katta biriktiriliyor. Problemlerin rastgele ortaya çıkmadığı aşikar. Temizlik obsesyonunun genellikle kendini temizlenememiş hissetmeye ilişkilendirildiğini, istifçiliğin de kaybetme korkusu ile ortaya çıktığını biliyoruz. O kadar yoğun bir kaybetme korkusu ki, her şeyin saklanması ihtiyacı… Kırılganlığa bakar mısınız? Çöpü bile saklamak, her şeyi bir sır haline getirerek istiflemek. Safiye’nin genç bir kadın olması ama cinsiyetsiz gibi yaşaması hatta kadınlığını cezalandırması da sakladığı sırlardan biri. Bastırılmış kadınlık kimliği, belli ki bizi Safiye’nin ilk aşkına, belki ilk hoşlanmasına veya kadın bedenine ulaştığı ilk zamanların travmalarına götürecek. Travmanın başrolünde annesinin olduğu, ilk bölüm flashbacklerinden anlaşıldı. Dizinin “kötü karakteri” olarak çatışmanın orta yerine çöreklenmiş olan Safiye’nin hayatta hep kurban rolüyle kendini perdelemesi de bundan aslında. Görülen o ki kimsenin duygularını yaşamasına izin yok ailede. Safiye’de sadece öfke, kaygı ve korku görüyoruz. İletişim dili, duygu repertuvarı bunlarla sınırlı. Sayife’nin siyah ve beyaz dışında bir rengi yok, iyi ve kötü dışında bir kategorisi de… Her şey o kadar zor ki, kontrol edemediği bir yerde var olmuyor, kontrol edemediği insanlara karşı öfkeleniyor. Kırılganlığıyla kırıp dökerken, insanın içini kanatıyor. Annesinin kıyafetlerini giyerken, kardeşini de kendisi için eş pozisyonuna çekme gayretini sürdürüyor. Han’ı başka bir kadınla paylaşma fikri bile Safiye’nin çıldırma sebebi… Elbette birinci bölüm finalinde de bu çatışma kapıyı çalıveriyor. İnci, tüm mevcudiyetiyle, kadın hem de güzel bir kadın kimliğiyle, kırmızı renk bluzuyla pastel renklere boyanmış Safiye’nin kapısında bitiveriyor.
Kendine ve Bedenine Yabancılaşmış İnsancıklar
Onlara birer insan, karakter demek zoruma gitti galiba, yazarken kendimi “insancık” diye hecelerken buldum. Hakikaten öyle, dizinin Gülben’i mesela. Genç bir kadın ancak altına işiyor, odasında oyuncak bebekler dizili, ablası anne rolüyle kendini biçimlendirirken ona, eleştirel ebeveynine karşı boyun eğmek düşüyor. Bir oyunun içinde rol üstlenir gibi kendi ablasının koyduğu tüm kurallara uysa da bedeni geceleri altına işeyerek isyanını dışa vuruyor. Temizlik obsesyonu olan ablanın evinde altına işemek… Bundan daha büyük bir itaatsizlik eylemi aklınıza geliyor mu? Zaten alt ıslatma da çocuklarda anne ile ilişkiler üzerinden ele alınan bir sorun olduğundan, Gülben’in içine hapsolduğu çocuk da böyle baş kaldırıyor. Ama bunu kendi dahil henüz kimse farkında değil. Neriman da öyle, astım hastası. Kendisini kabul ettirebilmesinin, görünebilmesinin, “buradayım” demesinin tek yolu hasta olması. Nefes alamadığı bir evin içinde astım hastası olarak karşımıza çıkması da tabii ki tesadüf değil. Diziyi izlerken, karakterlerin babalarından hep “baba” diye bahsettiğini, onu iyelik ekinden yoksun bırakmalarını fark etmişsinizdir. Sahipsiz bir ebeveyn hayalet gibi hayatlarında, biri bile “Babama yemek verelim” diyemiyor, duygu, sahiplik o kadar eksik ki kimin olduğu belirsiz bir “babaya yemek verme” eylemi gerçekleşiyor. Han’ın ailesi bir girdap gibi içine çekiyor insanı. Han dahil kimse “normal” değil. Dizinin sonunda anlıyoruz ki onun da gizli bir yönü var. Daha tam görmesek de sorunların dolabın içine tıkıştırıldığı mesajını alıyoruz.
Karakterler Birbirinin Yarasını Kanatacaklar
Masumlar Apartmanı’nın esas kızı İnci de bir başka aile travmasını sırtında taşıyor. Annesinin öldüğü gün onun doğum günü, babasıyla görüşmüyor, hayır demekte zorlanıyor. Alkolik sevgilisi babasına benziyor ve İnci ondan ayrılabileceği benzemiyor… Hayatın içinden çıkıp karşımıza geçen karakter, kimseyi üzmemeye yönelik yoğun kaygısıyla, herkesi üzerek iletişim kuran Safiye’nin karşısında dikiliveriyor. Gelin görümce çatışması veya bir aşk hikayesinden fazlası bu dizi… Yaraların birbiriyle yarışacağı, sarmadan önce özenle kanatılacağı belli şimdiden. Derinlikli, merak uyandıran, sevip sevmemek arasında bırakan, insana hayatındaki birilerini anımsatan bu tip karakterleri çok seviyorum malumunuz. Masumlar Apartmanı’nı da sevdim. Dizideki ışık kullanımına, iç sesin altyazıyla ekrana geldiği anlara, yakalanan enstantanelere ayrıca bayıldığımı söylemeden geçemeyeceğim. Temposundaki ağırlık ve sahnelerindeki uzunluk zaman zaman içimi şişirse de farklı bir dizi izlemek isteyenleri bu apartmanın kapısından girmeye şahsen davet ediyorum.
Masumlar Apartmanı her Salı TRT1’de. İyi seyirler.
Yazı ilk olarak Eylül 2020’de Cine Dergi’de yayınlanmıştır.
Kenar mahallenin cam kenarında
Dünyayı taktım ben deli aklıma
Camda duran çiçeklerin arasında
Dünya düştü benim yarım aklıma
Gir içeri, kır dizini
Dön önüne kız Sıdıka
Annen görür, baban duyar
Dayak yersin kız Sıdıka
Hey gidi hey, Enola Holmes yokken biz Sherlock Holmes’un kız kardeşi diye ortamlarda Müge Anlı konuşurduk. Aslan yelesi sarı saçları, çipil çipil gözleri, bankacı elbiseleri ve külyutmaz tavrıyla 13 senedir katillerin, dolandırıcıların azılı belası olan Müge Anlı’yı yakından tanımak isterseniz Zaytung’taki yazımı okuyabilirsiniz.
Çok değil, bundan 10 yıl önce biri, ekranda bir yemek yarışması olacak, şefler amatörleri eleştirecek ve prime timeda haftada 6 gün insanları ekrana kilitleyecek deseydi, tüm kanallar ve yapımcılar size gülerdi. Keza 10 yıl önce yapılan ilk denemeler de hüsran oldu. Sonra, işin içine biraz bağırış çağırış, hafiften hamaset, biraz yarışmacı seçme stratejisi girdi, mucize gerçeğe dönüştü. Türkiye’de haftanın neredeyse her günü, insanlar ekran başına geçip Masterchef izliyor. Yahu, herkes mi yemek sevdalısı bu ülkede derseniz, ben size söyleyeyim o iş öyle değil.
Ryan Murphy imzasını izlemeye neden olarak gören benim için şaşırtıcı ve bir o kadar hoş bir seyirlikti Hollywood. Dizinin gerçek karakterlere yaptığı göndermeler, rengarenk dünyası bir yana, alt metni ve sabırlı izleyici için vadettiği duygusal evren sizi içine çekiveriyor. Hollywood’un beni en çok etkileyen yönü de bu.
Dizinin ilk üç bölümünü izleyenlerin aklında yalnızca seks sahneleri ve karikatürize karakterler kalsa şaşırmam, zira dizinin ilk bölümlerinin çoğu yatakta geçiyor ve karakterler ilk bakışta oldukça karikatürize görülüyor. Dizinin “her şeyi” olan Murphy, diğer projelerinde de gördüğümüz gibi izleyiciyi bir insanla tanıştırır gibi hikayeyle tanıştırıyor. Dışarıdan genel bir izlenim, oluşan ön yargılar, çoğu yüzeysel birçok etiket 3. bölüm sonrasında izleyiciyi karakterlerin ve hikayenin derinliklerinde duygusal bir zeminle sarsıyor. Peg’in film hikayesinin anlatıldığı Hollywood dizisi, ilk bakışta “seks seks seks” gibi görülse de, aralanan perde bizi ırk, cinsiyet ve sınıf ayrımcılığının ortasına bırakıveriyor.
Ülkesine savaşta hizmet eden ama kendisine kredi bile verilmeyen genç bir adam, hayallerinin şehrinde oyuncu olmak için çabalarken kendini bambaşka bir işte buluyor. Ahlaki yargıların, profesyonellik sorgusunun, “hayallerin için neler yapabilirsin” sorularının arasındaki ana karakter, izleyiciyi de benzer sorularla baş başa bırakıyor. Karakterleri yakından tanımaya başladığımızda ise oldukça sıra dışı görülen bu anlatının aslında bir o kadar gerçek olduğunu farkına varıyoruz.
“Adı senaryodan çıkarılmak isteyen senarist” hikayesi Amerika’dan binlerce kilometre ötede İstanbul’da, yarım yüzyıl sonra, günümüzün gerçekliğinde hala yaşanıyor örneğin. Diziyi izlerken ilk başlarda yabancılaştığınız hikayeye zaman içinde yarım bir gülüşle eşlik ediyorsunuz. İşlerin biraz abartılsa da, birçok yerde aynı dinamikle yürüdüğünü fark edip, okkalı bir küfür saçıyorsunuz ağzınızdan. Kocasının metresi ile aynı masaya oturan kadının, aldatıldığı kadını işten atacağını hanginiz beklemediniz söyleyin? Spoiler vermemek için direnerek yazıyorum ama işte bu küçük detaylarda çıkıyor dizinin özelliği. Karakterler gerçeklik diye dayatılanla değil, kendi gerçekliği ile, olduğu gibi ve tam da olması gerektiği gibi aksiyon alıyor. Alamayanlar, düzenin başka türlü görünmesi için zorladıkları ise dizi boyunca üzerlerindeki maskeyi yırtmak için çabalıyor.
Dizi, Hollywood rüyasının perde arkasını gösterdikten sonra seyirciye rönesans umudu vadediyor. Neden olmasın diyerek gülümserken, hala kendimizin başka grupların ötekisi olduğunu bilmek Hollywood’un ürettiği en büyük yalanın bu rüyanın kendisi olduğunu farkına varmanızı sağlıyor. Diziyi, Hollywood’a “tu kaka” derken, bu hayali yeniden üretmekle eleştirenlere katılmıyorum. Dizi bozduğu illüzyonun yerine bir diğerini koyarak bence tam da yapması gerekeni yapıyor. Oluşan yeni “hayal diyarı” da elbette gerçeğin dışında konumlanıyor. İkinci dünya savaşı sonrası yılların Amerikan filmlerindeki gibi dizinin de sonunda püripak görülmesi beklenen düzen, bir anlamda gerçekleşiyor. Ancak birçok ikiyüzlülüğü de içinde barındırıyor. Diziyi izleyenler fark edecektir ki, dizini sonunda dönüşen karakterler aslında sektörün temsil ettiği dünyanın da ne kadar yalan olduğunu dışa vuruyor. Bunun anlatı için bir problem değil, bilerek tercih edilen bir ironi olduğunu düşünüyorum. Dizi sona erdiğinde bu dizinin de aynı çarkların bir dişlisi olduğunu bilerek, sadece vadettiği “Hayal Diyarı” için gülümsüyorum.
Hollywood, 7 bölümden oluşan bir Netflix dizisi. Sevmeyeninin de seveni kadar çok olduğunu söyleyebileceğim yapımlardan biri. Ben Ryan Murphy’nin muzip anlatımını sevenlerden olduğum için sizlere izlemenizi gönülden tavsiye ediyorum. İzlerken kendi ön yargılarınız ilk birkaç bölümde sizi yıldırmasın. Dizinin perde arkasında başka bir şey olduğunu fark edeceksiniz. Aynen The Pose’da olduğu gibi Hollywood’da da başkalarının hikayesinin seyircisi değil, eşlikçisi olduğunuzu hissediyorsunuz.
Kıssadan hisse, Ryan Murphy’nin epik anlatımında kendinizi Hollywood’dan akışa bırakıyor ve kendi gerçeğinizin kıyısına varıyorsunuz. Çıktığınız topraklarda kendinizi Hollywood’un vadettiği rüyadan uyanmış, biraz dağınık ancak umutlu hissedebilirsiniz. Ancak sizlere yeni bir hayal vadettiği için Ryan Murphy’e teşekkür etmelisiniz. İyi seyirler…
Ev hapsi yaşadığımız bugünlerde her ne kadar Netflix’in en çok izlenenleri arasında salgın hastalıkları anlatan belgeseller, filmler, distopik diziler öne çıksa da, şahsen bugünlerde daha fazla gülümsemeye ve düşünmeye ihtiyacımız olduğunu düşünenlerdenim. Bu nedenle sosyal mesajı bol, gülümsemesi ondan az olmayan birkaç dizi tavsiye etmek istiyorum sizlere…
Pose
Aile olmanın ne demek olduğunu sizlere yeniden öğretecek olan Pose’un karakterleri verdikleri Aids mücadelesi ile insanoğlunun nelerin üstesinden geldiğini hatırlatıyor. 80’lerde geçen ve dönemin underground trans barlarına spotları çeviren dizi, cinselliğe biçilen tabularla dolu kılıfı, evrensel ikiyüzlülüğü samimiyetle yüzümüze vuruyor. Oldukça renkli, eğlenceli ve bir o kadar dramatik bir aile hikayesini anlatıyor. 2 sezon boyunca gözlerinizin dolduğu sahnelerden çok güldüğünüz anlar karşınıza çıkıyor. Aids mücadelesini, arkadaşlığın sıcaklığı ve ailenin kandan çok daha fazlası demek olduğunu hatırlatan diziyi listenize eklerseniz pişman olmayacağınıza eminim.
The Politician
Bir okul başkanlık seçimi yarışında gündelik yaşamın farklı hallerinin izdüşümünü görmeye hazır mısınız? Bir başkanlık yarışını anlatıyor gibi görünse de farklı karakterleri ile sizlere hayatın türlü hallerini anlatan dizide, Ryan Murphy imzası adeta ışıldıyor. Biraz kafa dağıtmak isterseniz The Politician sizi pişman etmeyecektir.
Anne With An E
Çevremdeki birçok kişinin benden çok daha önce bu diziyi keşfettiklerini söylemem gerek, romantizmden pek de anlamayan biri olarak izlemeyi sürekli ertelediğim bu işe kısa sürede hayran kaldığımı itiraf etmeliyim. 3 sezondan oluşan dizi sizlere sürükleyici ve uzun bir serüven vadediyor. Dizinin bir çocuk dizisi olduğunu ve bir Polyanna’yı anlattığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. İzlerken içinizdeki feministin mor bayraklar açacağı dizi, kadın özgürlüğünün yanı sıra toplumun farklı kesimlerinden insanların da hayat mücadelesine yer veriyor. İflah olmaz bir romantik olan Anne’in hayatına değenler arasında LBGT bireyler, siyahi işçiler, yaş baskısına maruz kalan olgun kişiler, toplumsal cinsiyet rollerine baş kaldıranlar var. Küçük bir kasabada, bir çiftlikte geçen hikaye sizleri yetim bir kızım düşlerine misafir ediyor. Dramatik bir tablo gibi görülse de, dizi her bölüm sizi gülümsetecek bolca detayla içinize bu dönemde su serpmeye aday. Özellikle kadın okurlarım, muhakkak izleyiniz…
Sex Education
Bir lise komedisinden daha fazlasını vadeden Sex Education, jenerasyon farkını, ebeveyn – çocuk ilişkisini ve ergenliği trajikomik bir çerçevede işliyor. Eminim birçok ergenin, ebeveyninin yaptığı hataları görmesine fırsat tanıyacak… Oğlundan ayrışamayan, onun hayatını işgal eden annenin çocukta yarattığı hasar dizide tüm çıplaklığı ile görülüyor. Dizi, ülkemizde gençler tarafından neredeyse konuşulması bile utanç vesilesi olan seksi masaya yatırıyor. İzleyicilerin kendilerini tamamen yalnız hissettiği pek çok cinsel problemde, aslında sorunun dünya çağında yaygın olduğunu görmesi için fırsat sunuyor. Ayrıca soruna bakış açınızı güncelleyerek, izleyiciye tabuları sorgulatıyor. 2 sezonluk bu macerayı bir solukta takip edeceğinizden eminim. Bence biraz gülmeye ihtiyacımız var.
Love Death and Robots
Bildiğimiz dünyanın geleceğini farklı kısa hikayelerle anlatan ve hayal dünyamızı genişleten dizi her biri ortalama 15 dakikadan oluşan 16 bölüm bulunduruyor. Her sonun yeni bir başlangıç olduğunu hatırlamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Dizi işlevini fazlasıyla yerine getiriyor.
The Good Place
İzlerken en çok güldüğüm dizilerden biriydi. 3 sezon süren durum komedisi The Good Place, daha iyi bir insan olma çabasının her zaman beklendiği gibi sonuçlandığını gösteriyor. Rengarenk bir dünyanın kapılarını açan The Good Place, alttan alta iyiliği ne demek olduğunu da sorgulatıyor.
After Life
6 bölümde hayatın anlamını sorgulatan bir kara komedi After Life. Birçoğunuz denk gelmiş olabilirsiniz, bu dönemde aklımızda bu dizinin bıraktığı soru işaretlerini takip etmenin ufuk açıcı olduğunu düşünenlerdenim. Elbette yüzünüze taşıyacağı buruk gülümsemelere de ihtiyacımız olduğunu biliyorum. Gidenlere değil bu kez arkada kalanlara kamerayı çeviren dizi, listemizde olmalı. Ancak depresyon eğiliminiz veya yakın dönemde yas hikayeniz varsa bu diziyi es geçmeniz daha iyi olabilir.
Bojack Horseman
Açıksözlü, biraz pervasız hatta patavatsız ve huysuz bir atın olaylarla dolu hayatına bakmak ister misiniz? Kendisi sıradan bir at da değil, zamanının büyük şöhretlerinden. Şimdi ise kaybettiği şöhretin gölgesini üzerinde taşıyor. Fazla spoiler vermek istemiyorum, gülmekten yanaklarınızın ağrıyacağını biliyorum. Eğer çizgi dizileri seviyorsanız Bojack Horseman tam size göre.
Son bir not… Film-kitap önerisinde bulunmak biraz da boşluğa tahammülsüzlükten. İş hayatından alışılan yarış, yerini evden her şeye yetişme maratonuna bırakıyor. Evde kaliteli vakit geçirme baskısı da stres yaratıyor, birbirimizi ve kendimizi biraz rahat bırakalım. Evden müze gezin, twitterdan konser dinleyin, bol bol kitap okuyun gibi öneriler başını almış gitmiş durumda. Elbette istiyorsanız yapın ama gerçekten ihtiyacınız olan belki de öylece durmak. Kolay zamanlardan geçmiyoruz bir durup kendimize soralım: neye ihtiyacımız var? Eğer ihtiyaçlarınızı farkındaysanız ve kendinize zaman ayırıyor ama aynı zamanda dizilerle de vakit geçirmek istiyorsanız, önerilerimi değerlendirebilirsiniz. İyi seyirler.