Ezel, Uçurum, 20 Dakika, Suskunlar gibi dizilere beraber ve ayrı ayrı imzalar atan bir çift; Kerem Deren ve Pınar Bulut… Sezona dört yeni proje hazırlıyorlar, forumlar henüz detayları çıkmayan diziler hakkındaki dedikodularla dolu. Merakla beklenen projeleri, yazı deneyimleri, heyecanları ve yeni girişimleri Yazı Odası ile senaryo üstadı kalemler bu hafta Dipnot Tablet’i ağırladı.
İŞLERİN %80’İ KÖTÜ SENARYO
Bir işin başarılı olması için birçok etken gerek elbette ancak biten bir dizinin ardından genelde fatura senariste kesiliyor. Senaristler biraz günah keçisi mi?
Pınar Bulut: Bence artık öyle değil. Eskiden bir sorun olduğu zaman ilk senaryoya patlardı ve senaryo hakkında hiçbir fikri olmayan insanlar hikayede şöyle mi yapsak diye yönlendirme yapmaya çalışırdı. Artık sosyal medyanın da etkisiyle iş biraz değişti. Başarısızlığın faturası oyuncuya veya müziğe de çıkabiliyor, ama yine tek bir kurban seçiliyor, yine günah keçisi bulunmaya devam ediyor.
Kerem Deren: Artık biraz daha ayrıştı. “Senaryosu iyi ama… “ denebiliyor. Eskiden içeride bir sorun olduğunda da mutlaka senaristteydi problem. Hâlihazırda evet, senaryo baş sorun, işlerin %80’ine baktığımda evet çok kötü senaryo derim.
TV yazarı olduğumu söylediğimde insanlar bana sabır diliyor, TV’nin ve dizilerin durumu sizce bu kadar içler acısı mı?
K.D.: Sektör ticari olarak altın çağında… Sektör Amerika’dan sonra dizi ihracatında dünya ikincisi, içerik anlamında ise bir tıkanma yaşadığı doğru.
Ekranda sıradana bu kadar prim verilirken farklı bir şey yapmaya çalışmak akıllı işi mi?
P.B.: Cesaret işi… Birileri farklı şeyler yapmaya cesaret etmeli, çünkü bu döngüler hep olur. İnsanlar TV dizisi izlediklerini söylemeye çekinirler bu dönemlerde. Sonra biri çıkar, “Bu kadar kötü olmak zorunda değil her şey” der ve işler değişir. Bu konjonktürde bu cesareti gösteren biri çıkmadı henüz ama yakındır. (Gülüyor)
Kendinizde görmüyor musunuz o cesareti? Ezel böyle bir cesaretin ürünü sayılamaz mı?
K.D.: Sektördekiler de bunu farkında, biz biraz daha sektörün dışında duruyoruz bu anlamda. Bizim baktığımız yer zaten, “farkı ne yapabilirim” noktası… Herkes bu noktadan bakmıyor, bakamaz da çünkü televizyon zaten sıradanlığın karşılığı… Biz de her işte cesaret edelim diye değil, doğamız itibarıyla onun ucunda duruyoruz. Biz o farkı arıyoruz ancak asıl soru tüm ekip, yapımcı, oyuncu o farkı arıyor mu…
P.B.: İçinde bulunduğu dönemi değiştiren diziler mükemmel hazırlıkla ya da şahane castla değil daha çok heyecanla, aşkla yapılan işler oluyor. Televizyonun mevcut durumu heyecanı öldürüyor tabii, ekrana bakıp “Bunları beğeniyorsanız ne yazacağım ki ben size” diyebiliyor yazar. Biz de heyecanımızı kaybettiğimiz bir dönemde yeni bir yapılanmanın içine girdik, o bizi tazeledi. Artık vakti geldiğinde yeni bir şeyler çıkaracağız.
Uçurum, Suskunlar, Ezel ayrı ayrı veya beraber imza attığınız işler sosyal mesaj içeren alt metinleriyle dikkat çekiyor. Yazarlık başka karakterler üzerinden hikayeleştirerek dertlerinizi dile getirmek için bir fırsat mı? Senaristlikten bir ifade yolu olarak bahsedebilir miyiz?
P.B.: Yazarlık bir kendini ifade biçimi değil, kendini arama biçimidir… Bunu kurslarda da hep söylüyorum. Söylemek istediğim şeyi bir dramatik kurgu içinde söylemek için yazarlık yapmıyorum, elbette yazdıklarım benim dünya görüşümü yansıtır ama içimdekileri dışarı çıkarmak için bir fırsat olarak görmem.
K.D.: Nihayetinde bir fırsattır ama Türk televizyonları buna engeldir. Bir dizimizde otelin ismi Cennet olsa, öyle yapmayalım deniyor. Dizilerimizden birinde bir gay karakter kullanmıştık ve onun gay olduğunu açıklama sahnesi vardı dizinin içinde, ilk yazıldığı gibi yayınlanamadı… Bu Türkiye için önemli bir derttir, ben meseleye sosyolojik açıdan bakmam, sadece benim için anlatması güzel bir hikayedir ama anlatamıyorsun. Hemen telefon geliyor yapımcıdan ya da kanaldan. Türkiye’de dertlerin açık, açığı geçtim üstü kapalı konuşulması için bile ekran hiç doğru bir mecra değil, hele şu dönemde hiç değil.
Toplumların yaraları hikayelerini var eder, yaraları görmek ise dışarıdan bakabilmeyi, bunu anlatabilmek o yaraları hissedebilmeyi o yaralara ortak olmayı gerektirir. Sizin yaralarınız neler?
K.D.: Yazarın çıkış noktası zaten kendi derdiyle ilgili oluyor. O yüzden o yaralar hayattan geçerken aldığımız yaralar… Seyirci bunu elbette fark etmiyor ama yazdığımız her şey bizimle ilgili oluyor.
P.B.: Ben yaralarımı saklarım. Kamufle edip onu başka bir dert aracılığıyla anlatmayı seviyorum.
Senarist olarak hayatın ustaca kurgulanmış senaryosu karşısında kendinizi aciz hissediyor musunuz?
K.D.: Hayallerimizdeki her şeyin ötesinde bir hayat yaşanıyor zaten. Biz bunu Uçurum’da çok gördük. Gerçekler hayal güçlerimizi aşıyor, bu yüzden hayal gücünün kaynağını genelde orada buluruz ancak bu kendi yaşamımızda bizi daha etkin kılmıyor. Tam tersine oradaki çaresizlikler yazıyı körüklüyor.
P.B: Biraz önce yara dedik ya, her gün yeni yaralar almaya devam ediyoruz. Birini sağaltırken diğerini kanatıyoruz. Bu bir yazar için ille de kötü bir şey değil.
K.D.: Yaşaması kötüdür elbette ama ondan beslenebiliriz de…
Hayatınız bir film olsa kendinizi şu an o senaryonun neresinde görüyorsunuz?
(Gülüşmeler…)
K.D.: Ben herhalde tam ortalarındayım. Sürekli başındaymış gibi yaşıyoruz da yazan nasıl yazıyor onu bilmiyoruz.
P.B.: Kahramanın yolculuğu diye bir şablon vardır, yazarlık şablonu… Orada bir madde vardır “mağaranın kalbine yolculuk” diye. Kahraman asıl mücadelesini orada verecektir. Her zaman “şimdi gerçek hayat başlayacak, mağaranın kalbine şimdi gideceğim” deriz ya, ben de önümüzdeki 10 sene daha bu soruya bu yanıtı verebilirim muhtemelen.
Bu hikayeyi izleyen biri olsanız Kerem ve Pınar karakterlerini, hikayelerini sever miydiniz, onlar hakkın ne düşünürdünüz?
K.D.: Birkaç revizyon yapardım net, birkaç tane daha dönüm noktası koyardım.
P.B.: Ölüyordun, daha fazla ne dönüm noktası koyacaksın?
K.D.: 3 yıl önce bir sağlam dönüm noktası oldu evet de… Kahramanı biraz daha şekillendirirdim, daha cesur olmasını isterdim. Sen ne yapardın?
P.B.: Ona söyleyecek laflarım olurdu ama geçmişte yaptığı şeyleri değiştirmezdim.
Sizin senaryolarınızda metinlerarasılık sık sık kullanılan bir ilişki… Senaryolarınızın izleyiciyi de dönüştüren bir misyonu olduğunu iddia edebilir miyiz?
PB.: Kimseyi değiştirme gibi bir derdim yok ama benim iyi film testim var gece yattığımda eğer bir film aklıma geliyorsa o iyi bir filmmiş olarak değerlendiriyorum. Yazdığım bir materyal insanların aklına geliyorsa, izleyenin insani bir yerlerine dokunuyorsa bundan memnun oluyorum.
20 DAKİKA DAHA İYİ OLABİLİRDİ
Kendi yazdığınız işler arasında iyi film testini geçemeyenler var mı?
P.B.: Var… Genel olarak kendi yazdığım işleri beğenmekte zorlanırım ben.
K.D.: Var, mesela 20 Dakika için daha iyi olabilirdi diyorum. Haksızlık etmeyeyim emek verilmiş bir iş, kastettiğim, kendimde de gördüğüm eksiklikler var.
YENİ DİZİLER: EMANET, MARAL, RACON…
Bizim hikayelerini göreceğimiz başka ne dertleriniz var?
K.D.: 3 tane proje var… 1 tanesi 40’larda geçen bir aşk hikayesi, ama aşk hikayesinde bir damar var ki o bizi çok ilgilendirdi onu keşfetmeye çalışıyoruz. Hem bir Türkiye formu anlatıyoruz, altta da üçlü bir hikaye var ki o bizim meselemiz dedik. Ben bir Racon işinin içindeyim, bir suç ailesinin peşindeyim ama onu biraz kadın perspektifinden anlatma derdindeyim.
P.B.: Bir iş daha hazırlıyoruz, o da aşkla birlikte kendini bulmak, hayallerini bulmak ve onların peşinden gitmekle ilgili bir hikaye.
Kadın hikayesi mi?
K.D.: Denebilir… Romantik, daha genç bir hikaye.
Racon, Emanet, Maral adı değil mi şu an çalışılan projelerin?
P.B.: Bunlar kod isim, isimleri henüz belli değil…
K.D.: Üçünün de adı başka olacak. Sene sonuna kadar bir dördüncü dizi daha çıkacak gibi görünüyor.
40’LARDA GEÇEN BİR AŞK HİKAYESİ
40’larda geçen hikayeyi ben çok merak ediyorum. Türkiye çok daha kozmopolit, varlık vergisi gibi uygulamalar var, bir kuruluşun ardından gelen bir dönem… Sıradan bir aşk hikayesi izlemeyeceğimize eminim buradan bakınca.
P.B.: Dönem işi yaparken seçtiğimiz kırklar özellikle günümüze çok gönderme yapan bir dönem. Ulusları korku yönetiyor, şimdi de büyük korkular yaşıyoruz. Orada savaş korkusu olarak zuhur etmiş, biz şimdi farklı korkularla ama 2014’te hala korkarak yaşıyoruz.
K.D.: Dönem zaten uluslaşmanın, uluslaşırken ötekileşmenin dönemi… Karakterlerin bir kısmı da ötekileşen karakterler.
FORMÜL: KADINA VUR, REYTİNG AL!
Artık bazı dizilerin arabesk fonları, çığlıkları, pornografi derecesinde acı basılan senaryolarıyla direkt dış pazara satılabileceği öngörüsüyle yazıldığını düşünüyorum. Buna katılır mısınız? Size de böyle talepler geliyor mu?
K.D: Yapımcı bu işten para kazanıyor, dolayısıyla yeni gelen taleplerde bunlar oluyor. Daha çok para yurtdışından kazanılınca ürün de ona göre hazırlanıyor, burada onun adına bir problem yok. Bunun nasıl sömürüldüğü problem…
P.B.: Tabii… Vur kadına al reytingi gibi bir formül oluştu birilerinin kafasında. Ekranda karşılığını gördükçe bunları izlemeye devam edeceğiz ne yazık ki. Biz de yurt dışını kollayarak projeler hazırlıyoruz ancak yüzümüz biraz daha batıya dönük:)
K.D.: Bir de pazar sadece Orta Doğu değil. Avrupa, Amerika’da da pazar var.
SENARİST VE YAPIMCI İZLEYİCİYİ KÜÇÜMSEMEMELİ
Bana türk seyircisini anlatır mısınız? Genellemeleriniz var mıdır, bunu sever bunu sevmez gibi?
K.D.: Ben yapımcıların izleyici hakkındaki yargılarının yanlış olduğunu düşünüyorum. Gördüğüm işlerde o tarz tahminlerin pek tuttuğunu görmedim. Karışıksa izlenmez denilen dizilerimin en karışık bölümleri en çok izlenenler oldu. Burada böyle bir deneyim varken ben genelleme yapamıyorum. Bence genellemeler işleri basitleştirmek için iyi bir kılıf.
P.B.: Bugünlerde iyimser olmak beni zorluyor ancak senaristin ve yapımcının izleyiciyi küçümsememeyi öğrenmesi gerekiyor. Benim seyirciyle ilişkimdeki mücadelem bu yönde. Nelerin işlemediği üstünden değil de samimiyetin en cüretkar işte bile ilk kıstas olduğu üstünden bir genelleme yapabilirim.
Peki genellemeden kaçınan senaristlere sezonun en çok tartışılan dizisini sormak istiyorum, Kurt Seyit’in neden tutmadığını düşünüyorsunuz?
K.D.: Garip bir vaat üstüne kurulu bir iş. Rusya’da çekilip, oyuncuların birbirine yabancı isimlerle hitap ettiği bir iş daha başından geride başlıyor. Altta temel bir çatışması olan bir hikaye yok, 3 bölüm izledim, iyimser de bakıyorduk işe ama olmadı.
P.B.: Bazı işler seyirciyle buluşamaz, samimiyet böyle bir şey, o da buluşamadı. Bu iş kalitesiz anlamına gelmiyor, kaliteli pek çok unsur var ama o unsurlar bir bütünlük oluşturamadı.
K.D.: Yapımın kalitesi işin kalitesi anlamına da gelmiyor. Büyük iş yapmak ile iyi iş yapmak aynı şey değil. Bu kadar kötü reytingi de hiç hak etmiyor, bu da ayrı ama bu bence beklentiyi devasa boyutlara çekmekle ilgili.
Siz bölüm sonları sürprizli dizilerle anılan isimlersiniz. Hep izleyiciye siz mi sürpriz yapıyorsunuz, onların size sürprizi olmadı mı hiç? Mesela çok sevdiğiniz bir karakterin sevilmediğini gördünüz mü?
P.B.: Oldu… Daha önce hesap etmediğim bir karakterin öne çıkması sezon kurgusunda değişiklik gerektirir ama hikayemi baharatlandırır, severim ben bunu…
K.D.: Ezel’deki Kerpeten Ali, Tevfik… 20’dakika’da hapishane hikayesinin yükselmesi seyircinin etkisiydi mesela, Uçurum’da da kurtaranların hikayesine daha ağırlık verecektik ancak izleyici hayat kadınlarının hikayesini daha çok beğendi.
EZEL’İ SEYİRCİ GİBİ İZLİYORDUM
Yazdığınız dizileri izleyebiliyor musunuz?
K.D.: Ezel’i seyirci gibi izliyordum ama genelde izlemem. Aklımdaki kurguyla devam etmeyi seviyorum.
Hangi türk dizilerini izlediniz bugüne dek? Beğendiğiniz senaristler kimler?
K.D.: Bu tepeden bakmacı bir tavır olarak algılanmasın ama uzun süre yurt dışında olduğum için ben gerçekten dizileri izlemedim ama mesela Yaprak Dökümü’nün bir sahnesini izlediğimde Ece (Yörenç) ile Melek’in (Gençoğlu) gündelik bir konu üzerine izlenebilirlik ve anlatıma samimiyet kazandırmalarına hayran kalmıştım. Çemberimde Gül Oya ve Şehnaz Tango da iyi işlerdi.
P.B.: İster istemez izlerken teknik bir taraftan bakıyorsunuz. O yüzden beğenip beğenmemek değil, daha profesyonel taraftan baktığım için isim veremiyorum ama nostaljik bir hisle Süper Baba, Bizimkiler aklıma geliyor.
DİZİLERİN ANAYASALARI OLMALI
Yazı Odasından bahsedelim mi biraz? Buradaki kişiler öğrencileriniz miydi?
P.B: Bir hayalin yoksa yazamıyorsun, bence bir hayalin yoksa yaşamıyorsun da zaten… Ben tam da heyecanımı kaybettiğim bir dönemde yazı odasıyla beraber yeniden heves kazandım. Kerem de ben de senaryo kursları veriyorduk, geçtiğimiz yıl bir ileri kur daha yaptık ve ikinci kurdan da sonra kendimize stajyer yazarlar seçtik. Onlar burada hem yazıyor hem de eğitimleri devam ediyor. İki tane de başyazarımız var. Kemal Hamamcıoğlu ve Yiğit Değer Bengi.
K.D.: Şu an her odada üç junior yazar var ve o yazarlar tüm hazırlıkları yapıyor. Başyazarlar senaryonun yükünü biraz daha üstleniyor, bir de biz varız ekiplerin başında biz de tüm senaryoları süpervize etmek için çalışıyoruz. Bu sistemi oturttuktan sonra buradaki yazarlar her iş için 6-7 ay çalışabilmiş olacaklar. Bu sektör için inanılmaz bir yenilik, çünkü iddia ediyorum ki Türkiye’de senaristler 20. bölümde ne yazacaklarını bilmiyorlar, zamansızlıktan dolayı hazırlıksız iş yapılıyor. Bir de devinim olacak, junior yazarlar yazarlaşırken yeni stajyerler gelecek…
P.B. Elbette her yazar da bir hikaye demek. Biz sadece yapımcıların bize sipariş verdiği işleri değil kendi hayallerimizi, hikayelerimizi anlatabilmek üzerine kurduk burayı, bir de ortağımız Cem Aydın var, onun vizyonuyla gerçekleşti burası.
K.D.: Yabancı dizilerin bir anayasaları var. Senarist değişse, yönetmen değişse de iş yoluna devam ediyor. Bir kere o anayasa oluşturulduktan sonra ortaya bir yapıt çıkar. Biz yapıt oluşturmak istiyoruz. Ben şunu yaşadım, işlerden biri kötü giderken yapımcı beni çağırıp “Bu iş çok dramatik gidiyor, biz bunu komediye mi çevirsek” dedi… Ciddi ciddi düşünmüş bunu… Çünkü bizim dizilerimizin bir anayasası yok.
Röportaj: Gizem Kaboğlu
Dipnot Televizyon yazılarını ve çok daha fazlasını Dipnot Tablet dergide okuyabilirsiniz.
App. Store’dan iPad ve iPhone’nunuza ÜCRETSİZ indirmek için tıklayınız.