Onu birçok diziden tanıyorsunuz, kitaplarına rastladığımda “röportaj yapmalıyım” dedim. Yazın dili ilham verici… Duygu kadar düşünce de uyandıran bir kalemi var. Oynadığı rollerden çok farklı biri olduğunu konuşmasından, seçtiği kelimelerden de anlıyorsunuz. Hayatla derdi olan bir insan Bala Atabek, insani dertleri olan bir oyuncu, şimdilerde insanlara yalnız olmadığını hatırlatan bir yazar. Aşkın niteliğini de tartıştık söyleşide, niceliğini de… Eğlence dünyasının güzellik baskısına da yer verdik satır aralarında, oyuncunun olması gereken donanımlarına da… Dolu dolu bir röportaj oldu. Sizleri bu hoş, gülümseten ve düşündüren röportajla başbaşa bırakıyorum. Eminim okuduğunuza memnun olacaksınız.
50 YAŞINDA 20 YAŞINDA BİR GENÇ KIZI OYNARIM BELKİ…
Henüz yalnızca 30 yaşındasın, son dizinde (Çifte Saadet) ise oğlu yetişkin bir anne rolündeydin. Nasıl bir deneyim bu?
Benim de annem genç yaşta anne olmuş, örneklerimi uzaktan bulmadım, dibimdeydi yani ama tabii ki zorlu bir deneyimdi. Ciddi bir merhametle bağ kurup onu içten dışa aktarmaya çalışıyorsunuz belirli bir tavır çerçevesinde. Sonuçta bir anne değilim ama anneliği anlamam için çocuğumun olmasına gerek yok. İnsan olmam yeterli. Umarım başarılı olabilmişimdir.
Kendinden büyük karakterleri oynamak kariyer kaygısı yaratmıyor mu, yani 50 yaşına gelince ne oynayacağım diye düşündürmüyor mu?
Beş sene önce seninle bu röportajı yapıyor olsaydık bambaşka bir cevapla karşılaşırdın muhtemelen. Zaman ilerledikçe, kendimi tanıdıkça, ne yapmak istediğimi ve ne yapmamam gerektiğini kafamda oluşturdukça, işim daha kolaylaştı. İkilemlerde kalmıyorum artık. Çünkü yazıyorum, çünkü fotoğraf çekiyorum, derdim başka noktalara doğru genişledi. Bu, kemikleşmeye başladı, iyi de oldu. Elli yaşıma geldiğimde 20 yaşında bir kızı oynarım belki? Tersten düşünelim, belli mi olur? Neler neler olur.
YALNIZLIK ZULÜM DEĞİL, MESELE İNSAN OLMAK
Ekrandaki genç kadınların anne rollerinde oynamasının toplumdaki gençlik ve güzellik baskısının veya genç anneliğe yönelik sosyal politikaların sonucu olabilir mi? Farkında olmadan bu algıyı benimsedik mi acaba?
Kadınların görevi sadece anne olmak veya evlenmek değil elbette. Yeni bir sorun da değil bu. Bunların kadının görevleriymiş gibi buyrulması bulunduğumuz yüzyılda gayet sıkıcı tabii, hadi onu bırak şaşırtıcı bir yanı yok. Hem hayatın içinde, hem de insanların izlediği projelerde, yani aynı şeyleri tekrar ve tekrar ve tekrar izlemek sıkıcı. Ben sıkılıyorum mesela. Kadın kastı aslında oyuncaklı ve sürprizli, anlatmak istediğiniz hikayeyle de inanılmaz bir yere gelebilir, bunu kullanamamak ne demek, ona çok mana veremiyorum. Hadi televizyonu geçtim, sonuçta televizyona yaptığımız iş bir sanat ürünü değil, o yüzden belki bu sinemada veya edebiyatta sorgulanması gereken bir sorun ve orada cevabını bulmamız gereken bir şey.
Tektipleşme aslında bu…
Tek tipleştirmeye hep karşıydım zaten. Pek tabii yalnız ve güçlü kadınlar olmalıdır, yalnızlık zulüm değil, meseleyi belki sadece insan olmak meselesine indirgesek daha mı kolay olurdu işimiz diye düşünüyorum ara ara. Bir yandan da televizyonda yürümez bu iş derken oturup Amerika’ya gözümüzü çevirdiğimizde Lena Dunham adında bir kadın çıkıp Sex and the city adlı dizinin tam zıttı olan Girls adlı TV dizisini yazıyor, yapımcılığını üstleniyor ve oynuyor. Biz güzellik derdine dolanmış karakterler değil de, doksan altmış doksan bir kadını da değil, bildiğin etli butlu, dövmeli bir kadını izliyoruz. Olabiliyormuş demek, ortada bir sorun varsa her açıdan değerlendirmek şart, cesur girişimciler olmak gerek hikaye anlatıcılığı için. Doğru iş ortaklığı gerek. Ne bu ya şimdi? demeyen girişimcilere ihtiyaç var. Evet, böyle de yapmalıyız, bunu da denemeliyiz, neden olmasın diyenler daha çok olmalı ve böyleleriyle kesişmeli yolumuz.
Gündelik hayatında dövmeleri olan, tarz sahibi, indie rock müzik grubu olan birisin ama oynadığın roller yaşadığın hayatın tam zıttı. Sokakta nasıl tepkiler alıyorsun gündelik halinle?
Birkaç sene önce ilginç tepkiler alıyordum ama hayatımıza “Instagram” diye bir mevzu girdi, sanırım insanlar oradan gördükleri gündelik fotoğraflarımla zaten bana alıştılar, kimse de “Aa dövmesi var! Çok enteresan!” filan demiyor. Biz aştık onları. En azından ben artık öyle tepkiler almıyorum diyebilirim.
EDEBİYAT YALNIZLARA YALNIZ OLMADIĞINI HATIRLATMAKTIR
Annen sosyolog, anneannen filolog, baban eski gazeteci… Sen çok okuyorsundur. Neler okursun mesela?
Aslında ben ergenlik yıllarımda öyle çok okumazdım, haylazdım bayağı. Ailem fiyakalı diye kitaplarla filan dolaşmıyordum. Sonra sonra, konservatuvar yıllarında edebiyata sardım. Fransız edebiyatına, Türk şairlerine, İngiliz edebiyatına, sonra çağdaşlara. Rimbaud en sevdiklerimden. Hala arada şiirlerine bakıp aklıma yeni manzaralar kazandırıyorum çünkü Rimbaud öyle bir şey benim için. Kırılarak cama düşen tren manzaraları gibi…
Şu benzetmen bile kalemin hakkında fikir veriyor. Sen ayrıca kitap yazarısın. Kitaplarını kimler okusun istersin?
Yazdığım kitapları her yaştan insanların okumasını istiyorum, gençlerin, genç düşünenlerin, olgunluk kelimesi üzerine çeşitli savaşlar verenlerin. Ve yaşlı gençlerle, genç yaşlıların. Birilerinin hayatına değerse yazdıklarım, amacıma ulaşabilirim. Edebiyat aslında yalnızlara, yalnız olmadığını hatırlatmaktır. Yalnız olacaksak hep beraber yalnız oluruz. Kimse üzülmesin.
“Bizi büyüten şey” nedir? Sen büyüyebildin mi?
Bizi büyüten şey, yaptığımız bütün hatalardır. Hatalarımızın toplamı kadar insanız. Ben de zamanla büyüdüm tabii. Olgunlaşmayı seçtiğim bazı şeyler var, iyi ki oldu diyerek deneyimlediğim ve bunların sonunda daha başka bir perspektiften bakabildiğim. Ama büyümeyi seçmediğim şeyler de var, onları da özenle korumaya devam ediyorum. Müzik açlığı bunlardan biri, on altı yaşımdaymış gibi hala bazı müzisyenlerin fanatik hayranıyım. O konuda kimse benimle yarışmasın, büyümeyeceğim.
BU ROMANIN BİLEK BÜKENİ BİR KADIN!
İkinci kitabın İşte Güneş Geliyor da raflarda yerini aldı. Her bölüm Beatles şarkısı ile açılıyor. Bu ilginç kurgu bize ne anlatıyor?
Yazdıklarımı genelde bir müziğin üzerine kuruyorum, hikayemin akışını, şarkıların hikayelerin hissini destekliyor. İlk öykü kitabım “Bizi Büyüten Şey”in fon müziği caz müzisyenlerden oluşuyordu, bu sefer ise sadece tek bir müzik grubuna odaklandım. En sevdiklerimden birine yüzümü çevirdim, o da Beatles oldu. Birden fazla müzisyenin şarkısını kullanmaktansa, Beatles’ın diskoagrafisine yoğunlaştım ve her bölüm bir Beatles şarkısından oluştu. Aslında bu şarkılar romanda bulunan karakterin geçişlerini de desteklemiş oldu haliyle. İşte Güneş Geliyor ikinci kitabım ama ilk romanım, o yüzden gözümün nuru. Beatles’ın “Here Comes the Sun” adlı şarkısından geliyor romanın ismi. Biz Ferit karakterinin hayatına dahil oluyoruz, kahramanımız değişmiyor, kahramanımızın derdi de. Meselesi aşk, meselesi yalnızlık, meselesi herkes gibi. Sorgulaması ondan, aşkın oyunlarını anlayamamasıda ondan. Kaçan kovalanır kuralını anlayamamasıda hep ondan. Birileri Ferit ile ve Ferit’in Leyla’sı ile tanışsın istiyorum, göz göze gelsin mesela. Bu romanı okuduklarında, kendi arkadaşları olduğunun hissini yaşasın okuyucu ve sonraki maceralarını düşünsün istiyorum. Ferit ve Leyla benim pelerinsiz kahramanlarım.
“İşte güneş geliyor romanında kadın ve erkek rolleri yer değiştirmiş durumda…
Aslında modern bir aşk hikayesi bu, çalışan ve başarılı kadınların bulunduğu bir yüzyıldayız. Ben bulunduğum zamanın sorunlarına değinerek oluşturdum kitapta kurduğum ilişkiyi. Yazdığım roman bu dönemde geçiyor. Deli divane olma durumunun en naif halini ele aldım, efendi versiyonunu yani… Kimse kimsenin kapısına dayanmıyor. Gidişi de kabullenebilmek gerek, erkek adam illa hır gür çıkaracak diye bir kaide yok. Benim yarattığım erkek karakter en azından bunu yapmıyor, beklenen şeyi vermiyorum. Beklenen ve o tahmin edilen erkek profili benim romanımda yok, üzgünüm. En azından bu romanımda yok. Bu romanın bilek bükeni bir kadın; Leyla. Belki Türk edebiyatında daha çok “bilek büken” kadın kahramanlar görmeliyiz, bu romanı biraz da bu düşüncenin açlığıyla oluşturdum.
İKİ KİŞİYE BİRDEN AŞIK OLABİLİRSİNİZ
Aşk nedir?
Her şeyde ve herkeste olan bir his bu, aldığınız plakta, içtiğiniz kahvede, gitmeyi sevdiğiniz bir kafede var aşk. Ama derinine inersek – İnan tam olarak bilmiyorum, ben de hala o sorunun cevabını arıyor olabilirim. Yazdığıma göre hala arıyorum. Umarım hep arar dururum ve merak ederim. Bizi ayakta ve hayatta tutan bu. Nefesimizin nedeni aşk.
İnsan birden çok kişiye aşık olabilir mi?
Hayatta her şey mümkün. Hayatın getireceklerini tahmin edemeyiz. O yüzden acayip bir şey hayat dedikleri. Sağ gösterirken bir bakmışsın BAM! sol vuruyor. İki kişiye birden aşık olabilirsiniz, üçüne birden de olabilirsiniz. Zaman akıyor, mümkünse hep aşık olun zaten. Şıpsevdi desinler, aşka aşık desinler… Kısaca ne derlerse desinler. Öylece köşede oturup somurtmaktan daha iyidir, birden fazlasına aşık olacak kadar sevginizin olması. Hangi kalpte hız yapıyorsunuz önemli olan o, sadece fazla hız kazaya yol açar, unutmamak lazım bunu.
OYUNCU SANATIN BİRÇOK DALINA HAKİM OLMALI
Oyunculuk yaparken simgesel göstergelere vs. meraklısın bence… Rolü leit motiveler ekleyerek geliştirir misin, nasıl katkılar sağlarsın?
Oyunculuk yaparken simgesel göstergeler bir yana ayrıca görsel göstergelere de önem veriyorum. Şayet bir sinema filminden bahsediyorsak ki, bir sinema filminde karakteri var etmenin derinliği daha başka bir şey, muhakkak etkilendiğim fotoğraflar ve anlar var. Simgesel göstergelere ve görsel göstergelere bu açıdan ihtiyacım oluyor. Çalışmak için yeterli zamanı kendinize yaratmanız gerekir oyunculukta, bu sadece yönetmeni irdeleyen bir sorun değildir, siz o doğru projede olmasanız dahi, yani diyelim ki, herhangi bir projeye dahil değilsiniz, kendinizi geliştirmek için bunları biriktirmek durumundasınız. Kendiniz için kocaman bir proje olduğunuzu unutmamalısınız. Sanatçının zaten meselesi bu, biriktirmek, araştırmak ve merak etmek. Merak edecek kadar heyecanınızı hayat içerisinde özenle korumak zorundasınız. Tabii, bu noktada bir çoğumuz bencilce davranıyoruz, ortak birşeyler oluşturduğumuzu unutmadan hareket etmeliyiz. Sonuçta koca bir filmde tek bir oyuncu yok, hikaye sadece bir kişiden oluşmuyorsa, ki oluşsa dahi bu işin kamera arkası var. Her türlü kalabalığız yani…
Ekip işi yapılıyor sonuçta…
Evet, komün bir iş yaptığımızı unutmamalıyız. Ben müzikten anlamam ki, resimden anlamam ki, fotoğraftan anlamam ki diyen oyuncuyu anlamam, o zaman ne işin var derim burada. Fark yaratmak için değil sadece, kıymetli bir dışa vurum için, sanatın birçok dalına dahil olmalı ve anlamaya çalışmalısınız. Yaşadığınız şehri bilmek gibi, o bina neden orada demelisiniz, mimariden de anlamalısınız. Etrafında olup biteni algılayamayan ve buna özen göstermeyen kimse sanatçı değildir fikrimce.
Hem oyuncu, hem yönetmen hem de senarist olduğun bir film görebilir miyiz mesela?
Evet, yönetmenlik yapmakla ilgili düşüncelerim var, hep de vardı. En başından beri. Zamanı geldiğinde, anlatmak istediğim hikayeyi istediğim gibi oluşturduğumda bu yolculuğa çıkacağım. Yazdığım şeyleri hareketli fotoğraflara dönüştürmek en büyük isteğim. Hem oynayan, hem yazan, hem de yöneten kadın yönetmenlerin örnekleri var Avrupa’da. En çok etkilendiklerim ve takip ettiklerim de çok yönlü kadın sanatçılar zaten. O yüzden yönetip, yazıp, oynamak ile ilgili herhangi bir korkum yok. Muhakkak o sonuca varacak adımlarım. Kadın yönetmenlerin nüfusunun artmasını canı gönülden istiyorum keza.
Röportaj: Gizem Merve Kaboğlu / Dipnot Tablet / Mayıs 2016
Çok güzel bir röportaj olmuş. Soranın da cevaplayanın da yüreğine sağlı
k.